“Ne gibi?”
“Yazları genellikle kışlara oranla daha sık görüşürdük ama bu yaz onun pek zamanı olmadı. Defalarca yemeğe çağırmama karşın işi olduğu için gelemedi.”
“Nedenini söylemiş miydi?”
Ylva Brink yanıt vermeden önce kısa bir an duraksadı. “Galiba zamanı yoktu.”
Wallander çok önemli bir noktaya yaklaştığını hissediyordu.
“Nedenini açıklamadı?”
“Evet.”
“Bu da seni şaşırtmış olmalı.”
“Pek şaşırtmamıştı doğrusu.”
“Davranışlarında bir değişiklik fark etmiş miydin? Kendisini tedirgin eden bir şeyler var mıydı?”
“Hayır, her zamanki gibiydi. Tek şey zamanın yetmediğinden şikâyetçi olmasıydı.”
“Bunu ne zaman fark ettin?”
Bir an düşündü. “Yaz Dönümü’nden kısa süre sonra, tatile çıkmak üzereyken.”
Az önceki hemşire başını içeri uzattı. Ylva Brink ayağa kalktı.
“Hemen geleceğim,” dedi.
Wallander tuvalete gitti. İki bardak su daha içti, artık daha iyi hissediyordu. Odaya geri geldiğinde Ylva onu bekliyordu.
“Gitsem iyi olacak,” dedi. “Diğer soruların acelesi yok.”
“İstersen Sture’yi ben arayıp haber veririm. Cenaze hazırlıklarına başlamamız gerek.”
“Bu birkaç saat içinde ararsan iyi edersin,” dedi Wallander. “Basın açıklamasını saat on birde yapacağız.”
“Hâlâ inanamıyorum,” dedi Ylva.
Gözleri dolu dolu olmuştu. Wallander de ağlamamak için kendini güç tutuyordu. Bir süre ağlamamaya çalışarak oturdular. Wallander duvardaki saatin tik taklarına odaklanmaya çalışarak saniyeleri saymaya başladı.
“Son bir soru daha,” dedi Wallander kısa süre sonra. “Svedberg bekârdı. Yaşamında bir kadın olduğundan söz ettiğini hiç anımsamıyorum.”
“Öyle biri olduğunu sanmıyorum,” diye karşılık verdi Ylva.
“Bu yaz bir aşk yaşamış olabilir mi?”
“Bir kadınla tanıştığını mı söylüyorsun?”
“Evet.”
“Bu yüzden mi yoğun çalışıp duruyordu?”
Wallander sorusunun ne denli saçma olduğunu yeni fark etmişti. “Bunlar rutin gereği sormak zorunda olduğum sorular,” dedi bir kez daha. “Aksi hâlde bir arpa boyu yol alamayız.”
Ylva Brink cam kapıya kadar onunla geldi.
“Svedberg’i öldüren kişiyi mutlaka bulmalısınız,” diyerek Wallander’in kolunu hafifçe sıktı.
“Bulacağımıza söz veriyorum,” diye karşılık verdi Wallander. “Svedberg bizdendi. Onu öldüren kişiyi buluncaya dek aramayı sürdüreceğiz.”
El sıkıştılar.
“Evinde büyük miktarda para bulundurup bulundurmadığını biliyor musun?”
Ylva Brink ona hayretle baktı. “Büyük miktarda parası yoktu ki. Her zaman maaşının düşük olmasından şikâyet ederdi.”
“Bu konuda yerden göğe kadar haklı.”
“Bir hemşirenin ayda ne kadar kazandığından haberiniz var mı?”
“Yok.”
“Söylemesem daha iyi.”
Wallander hastaneden çıkınca derin bir soluk aldı. Dışarıda kuşlar cıvıldaşıyordu. Saat gecenin dördü olmuştu. Hafif bir rüzgâr dışında hava sıcak sayılırdı. Lilla Norre Caddesi’ne doğru ağır adımlarla yürümeye başladı. Sorulardan biri diğerlerinden çok daha önemli gibiydi. Tatilden yeni dönen Svedberg neden çok fazla çalıştığını söylemişti? Bu sözlerin cinayetle bir ilgisi olabilir miydi?
Wallander dar sokakta birden durdu. Kafasında Svedberg’in evine ilk girdiği, bu felakete ilk tanık olduğu ânı yeniden canlandırdı. Martinson hemen arkasında duruyordu. Yerde bir cesetle bir av tüfeği görmüştü ama öncelikle bir şeylerin yolunda gitmediği duygusunu yoğun hissetmişti. Acaba bu duygunun kaynağı neydi? Bir kez daha gördüklerini yeniden gözünün önüne getirmeye çalıştı ama başarılı olamadı.
Sabırlı olmalıyım, dedi kendi kendine. Uzun bir gece olmuştu ve henüz bitmemişti.
Tekrar yürümeye koyuldu. Bir yandan da ne zaman uyuyabileceğini ve doktorun verdiği perhize ne zaman başlayabileceğini düşünüyordu. Bir kez daha durdu. Birden aklına bir şey gelmişti.
Ya kendisi de Svedberg gibi aniden ölürse? Beni kim arar, kim sorar? İnsanlar acaba arkamdan neler der? İyi bir polis olduğumu söylerler mi? Beni ben olarak özleyecek biri çıkar mı? Ann-Britt? Belki Martinson?
Bir güvercin başının hemen üstünden uçup gitti. Birbirimizle ilgili hiçbir şey bilmiyoruz, dedi kendi kendine. Svedberg hakkında ne düşünüyorum? Onu gerçekten de özleyecek miyim? İnsan tanımadığı birini özler mi?
Yeniden yürümeye başladı ama bu soruların yakasını bırakmayacağını da biliyordu.
Svedberg’in evine yeniden gitmek bir karabasana dönmekle eş değerdi. Yazın, güneşin ve kuş cıvıltılarının verdiği o hafiflik ve mutluluk duyguları çoktan uçup gitmişti. Evde flaş ve spotların aydınlattığı oturma odasında yalnızca ölüm vardı.
Lisa Holgersson emniyete dönmüştü. Wallander, Höglund ile Martinson’a mutfağa gelmelerini söyledi. Az kalsın Svedberg’i görüp görmediklerini soracaktı. Tümü de bembeyaz bir yüzle mutfak masasının çevresine geçip oturdular. Wallander nasıl göründüğünü merak ediyordu.
“Nasıl gidiyor?” diye sordu.
“Hırsızlıktan başka bir şey olabilir mi?” diye sordu Höglund.
“Birçok şey olabilir,” diye karşılık verdi Wallander. “İntikam olabilir, bir akıl hastası, iki akıl hastası, üç akıl hastası bir araya gelip kendilerince bir nedenden ötürü intikam almak istemiş olabilirler. Bilmiyoruz ve bilmediğimiz sürece de görebildiğimiz, algılayabildiğimiz her şeyi sonuna dek incelemek zorundayız.”
“Bir şey daha var,” dedi Martinson yavaşça.
Wallander, Martinson’un ne söyleyeceğini sezerek başını onaylarcasına salladı.
“Svedberg’in polis olduğu gerçeği,” dedi Martinson.
“Herhangi bir ipucu buldunuz mu?” diye sordu Wallander. “Nyberg’in çalışmaları nasıl gidiyor? Tıbbi rapor ne diyor?”
İkisi de tuttuğu notları karıştırdı. İlk olarak Höglund söze başladı.
“İki saçma da kullanılmış,” diye okudu notlarından Höglund. “Patologla Nyberg peş peşe ateş edildiği konusunda görüş birliği içinde. Svedberg’in başına çok yakından ateş edilmiş.”
Höglund’un sesi titriyordu. Derin bir soluk alıp konuşmasını sürdürdü. “Ateş edildiğinde Svedberg’in koltukta oturup oturmadığına ve silaha olan uzaklığına karar vermek mümkün değil. Mobilyaların yerinden ve oturma odasının boyutundan olaya baktığımızda dört metreden fazla olmaması gerekiyor ama