Bir pazar, bahçede kitap okuduğum sırada, annemle babamı ziyarete gelen Swann okumamı böldü.
“Ne okuyorsunuz, ben de bakabilir miyim? Aa, Bergotte mu? Size onun kitaplarını kim tavsiye etti?”
Ben “Bloch.” dedim.
“Ha, evet! Burada bir kere gördüğüm çocuk, hani şu Bellini’nin ‘Fatih Sultan Mehmet’ portresine benzeyen. İnanılmaz bir şey! Aynı yay gibi kaşlar, aynı kemerli burun, aynı çıkık elmacık kemikleri. Bir de keçi sakal bıraksa aynı olacaklar. Yine de zevkli çocukmuş çünkü Bergotte büyüleyici bir zekâya sahiptir.” Benim Bergotte’a olan büyük hayranlığımı görünce tanıdığı insanlardan asla bahsetmeyen Swann, iyi yürekliliğinden benim için bir istisna yaptı ve şöyle dedi:
“Onu çok iyi tanırım, sizi mutlu edecekse kitabınızı imzalamasını rica edebilirim.” Bu teklifi kabul etme cesareti bulamayıp Swann’a Bergotte hakkında sorular sordum. “En beğendiği erkek oyuncu kim, biliyor musunuz acaba?”
“Erkek oyunculardan kimi beğendiğini bilmiyorum. Ama hiçbirini, herkesten üstün tuttuğu Berma’yla eşit bulmadığını biliyorum. Berma’yı duydunuz mu hiç?”
“Hayır efendim, annemle babam tiyatroya gitmeme izin vermiyorlar.”
“Ne talihsizlik! Rica edin kendilerinden. ‘Phaidra’da, ‘El Cid’de Berma; eninde sonunda bir kadın oyuncudur diyebilirsiniz ama ben sanatta ‘hiyerarşi’ye pek inanmam aslında!” (Swann’ın daha önce büyük teyzelerimle sohbetlerinde de birçok kereler dikkatimi çeken bir huyunu, ciddi konulardan konuşurken önemli bir konuda fikir beyan ediyormuş izlenimi uyandırabilecek bir ifade kullandığında, bu ifadeyi, özel, mekanik, alaycı bir tonlamayla, tırnak içine alırmış gibi vurgulamaya özen gösterdiğini fark ettim; sanki ifadenin sorumluluğunu almak istemiyormuş, “gülünç insanların tabiriyle hiyerarşi” dermiş gibiydi. Peki ama gülünç bir ifadeyse eğer, neden hiyerarşi diyordu?) Hemen arkasından ekledi: “Berma’yı izlemek kutsal bir keşif olacak sizin için, tıpkı herhangi bir şaheser gibi, mesela, ne bileyim ben…” -gülmeye başladı- “ ‘Chartes Katedrali’nin Kraliçeleri’ gibi.” O ana kadar, Swann’daki bu görüşlerini ciddi biçimde ifade etme korkusu kültürlü ve Parisli olmanın bir gerekliliği, büyük teyzemlerin taşra dogmatizmine zıt bir şey gibi gelmişti bana; ayrıca bunun, Swann’ın yaşadığı muhitte yaygın bir tarz olduğunu ve bu çevrede, önceki nesillerin lirizmine tepki olarak, önceleri basit bulunan, sıradan, somut gerçeklere aşırı bir değer verildiğini, “cümle”lerin aşağılandığını varsayıyordum. Ama şimdi Swann’ın dünya karşısındaki bu tutumunu kaba buluyordum. Herhangi bir konuda fikir sahibi olmaya cesaret edemiyor, yalnızca kesin ve somut birtakım bilgiler verebildiği takdirde rahatlıyor gibiydi. Ama böylelikle, bu ayrıntıların önemli olduğu yönünde bir fikir, bir varsayım ortaya atmış olduğunu fark etmiyor gibiydi. Bunun üzerine, annem odama çıkmayacak diye üzüldüğüm, Swann’ın ise Léon prensesinin evindeki baloların hiçbir önemi olmadığını söylediği o akşam yemeğini düşündüm tekrar. Oysaki ömrünü bu tür zevklere harcıyordu. Bütün bunlarda bir tutarsızlık bulurdum. Çeşitli konularda fikrini ciddiyetle dile getirmeyi, tırnak içine almak zorunda kalmadan yargılarını ifade etmeyi, bir yandan gülünç olduklarını ileri sürdüğü meşguliyetlere aşırı hassas bir nezaketle kendini teslim etmekten vazgeçmeyi başka hangi hayata saklıyor olabilirdi? Swann’ın Bergotte’tan söz ediş şeklinde kendine özgü olmayan, aksine o dönemde annemin arkadaşından tutun da Doktor Du Boulbon’a kadar, yazarın bütün hayranlarında rastlanan bir şey de dikkatimi çekti. Swann gibi onlar da Bergotte’la ilgili “Büyüleyici bir zekâya sahip, nevi şahsına münhasır biri, anlatımı biraz zorlamalı ama çok hoş. İmzasını görmeye hiç gerek yok, ona ait olduğu hemen anlaşılıyor.” diyorlardı. Ama hiçbiri “Büyük bir yazar, büyük bir yetenek.” diyecek kadar ileri gitmiyordu. Hatta yetenekli olduğunu bile söylemiyorlardı. Söylemiyorlardı çünkü bilmiyorlardı. Genel fikirler müzemizde “büyük yetenek” diye adlandırılan bir kimseyi yeni bir yazarın çehresinde tanımamız çok uzun zaman alır. Tam da bu nedenle, bu çehre yeni olduğu için, yetenek dediğimiz şeye tam anlamıyla benzetemeyiz onu. Özgünlük, büyü, incelik, güç gibi nitelemeleri tercih ederiz; sonra bir gün, zaten yetenek denen şeyin bütün bunlar olduğunu fark ederiz.
“Bergotte’un, Berma’dan bahsettiği bir eseri var mı?” diye sordum M. Swann’a.
“Sanırım, Racine’le ilgili şu küçük broşüründe bahsetmişti ama tükenmiş olmalı. Yeni bir basımı da olabilir. Sizi bilgilendiririm. Ayrıca bütün istediklerinizi Bergotte’a sorabilirim, haftada bir mutlaka akşam yemeğine gelir bize. Kızımın çok yakın bir arkadaşıdır. Birlikte eski şehirleri, katedralleri, şatoları ziyaret ederler.”
Toplumsal hiyerarşi konusunda herhangi bir fikrim olmadığı için uzun süreden beri babamın Madam ve Matmazel Swann’la görüşmemize imkânsız gözüyle bakması, onlarla aramızda büyük mesafeler olduğuna kanaat getirmeme, onlarınsa gözümde itibar kazanmalarına yol açmıştı. Komşumuz Mme Sazerat’dan duyduğuma göre, Madam Swann’ın kendini kocasına değil, M. de Charlus’e beğendirmek için yaptığı gibi, annemin de saçlarını boyayıp dudaklarına ruj sürmesine hayıflanıyor, Madam Swann’ın bizi küçümsediğini düşünüyordum; bu da özellikle, çok güzel bir kız olduğunu duyduğum ve her seferinde aynı hayal ürünü büyüleyici çehreyi kafamda canlandırarak sık sık hayalini kurduğum Matmazel Swann açısından üzüyordu beni. Ama o gün Matmazel Swann’ın bu özel konumunu, bunca ayrıcalığın ortasında, doğal ortamındaymış gibi yaşadığını, annesiyle babasına akşam yemeğine misafirleri olup olmadığını sorduğunda onun için sadece eski bir aile ahbabı olan, o altın değerindeki konuğun adını, o sihirli heceleri, “Bergotte” cevabını duyduğunu, onun yemek sofrasında dinlediği samimi konuşmaların, yani benim için büyük halamın sohbetine tekabül eden sohbetin Bergotte’un kitaplarında ele alamadığı konulara ilişkin, benim Tanrı kelamı kabul edeceğim ve dinlemeyi çok isteyeceğim sözleri olduğunu, gezmeye gittiği şehirlerde yanında ölümlülerin arasına inen tanrılar gibi, bütün gösterişiyle, tanınmadan Bergotte’un yürüdüğünü öğrenince hem Matmazel Swann’ın ne kadar değerli bir varlık olduğunu hem de beni görse ne kadar kaba ve cahil bulacağını düşündüm; onunla arkadaş olmanın hoşluğunu ve imkânsızlığını öylesine yoğun bir şekilde hissettim ki içim aynı anda hem arzuyla hem de umutsuzlukla doldu. Artık onu düşündüğümde çoğunlukla bir katedralin giriş sundurmasının önünde, bana heykellerin anlamını açıklarken, beni onaylayan bir gülümsemeyle, arkadaşı sıfatıyla Bergotte’la tanıştırırken hayal ediyordum. Ve her defasında, katedrallerin bende bıraktığı düşüncelerin, Ile-de-France tepeleriyle Normandiya ovalarının büyüsü, Matmazel Swann’ın hayalimdeki çehresine yansıyordu: Bu onu sevmeye çok yaklaştığım anlamına geliyordu. Bir insanın, bilinmeyen bir hayatın parçası olduğunu ve ona olan aşkımız sayesinde bu hayatın içine işleyebileceğimizi varsaymak, bir aşkın doğmasındaki en temel unsurdur ve başka hiçbir şeyin önemsenmemesine yol açar. Bir erkeği sadece fiziksel görünüşüne bakarak değerlendirdiklerini iddia eden kadınlar bile bu görünümde özel bir yaşayışın yansımasını bulurlar. İşte bu yüzden askerlerden, itfaiyecilerden hoşlanırlar; üniforma, çehreyi beğenmeyi kolaylaştırır; zırhın altında farklı, maceracı ve şefkatli bir yüreği öptüklerini zannederler; genç bir hükümdarın, bir veliahdın, ziyaret ettiği yabancı ülkelerde, en çok arzu ettiği gönülleri fethetmek için, belki bir sarraf için şart olacak düzgün bir profile ihtiyacı yoktur.
Ben