Roman kahramanlarının hayatlarının ardından, romanın bedenimle daha az bütünleşen, yarı yarıya önümde uzanan dekoru gelirdi; olayların geçtiği yerlerin görünümü, başımı kitaptan kaldırdığımda gözlerimin önünde uzanan manzaradan çok daha büyük bir etki uyandırırdı düşüncelerim üzerinde. İşte bu sebepledir ki iki yaz boyunca, Combray’deki bahçenin kızgın sıcağında, o sıralar okuduğum kitap yüzünden, bıçkıhanelerle dolu, duru suların dibinde, tere öbeklerinin altında tahta parçalarının çürüdüğü, az ileride, alçak duvarlar boyunca salkım salkım allı morlu çiçeklerin açtığı, ırmaklarla sulanan, tepelik bir ülkenin özlemiyle dolup taştım. Beni seven bir kadının hayali düşlerimde hâlâ canlı olduğu için de o iki yaz boyunca, akan duru suların serinliği bu hayalimi besledi durdu; zihnimde düşlediğim kadın kim olursa olsun, allı morlu çiçek salkımları, tamamlayıcı renkler gibi hemen iki yanından fışkırırdı.
Bunun tek nedeni, hayalini kurduğumuz bir suretin düşlerimizde onu tesadüfen kuşatan yabancı renklerin yansımaları tarafından her daim damgalanması, süslenmesi, bu renklerden yararlanması değildi; çünkü okuduğum kitaplardaki manzaralar, Combray’nin gözlerimin önüne serdiği görüntülerden yalnızca daha canlı olmakla kalmıyorlar, diğer yandan da Combray görüntüleriyle bir benzerlik gösteriyorlardı. Bu manzaralar yazarın tercihi olduklarından ve ben yazarın sözlerine, birer vahiymiş gibi sorgusuz sualsiz inandığımdan Tabiat’ın derinlemesine incelenmeye değer, gerçek birer parçası gibi gelirlerdi bana; oysaki içinde bulunduğum manzara, özellikle de bahçemiz, büyükannemin küçümsediği bahçıvanın kuralcı hayal gücünün prestij yoksunu bir ürünü olan bahçemiz, hiçbir zaman asla aynı izlenimi bırakmazdı bende.
Ben bir kitabı okurken annemle babam tasvir edilen yerleri gidip görmeme izin verselerdi, gerçeğin keşfinde paha biçilemez bir adım atmış olduğuma inanacaktım. Çünkü kendimizi her daim ruhumuz tarafından çevrelenmiş gibi hissetsek de bu ruh durağan bir hapishane değildir: Daha ziyade, ruhumuzu aşmak, dışarıya ulaşmak için sürekli hamleler yaparak onunla birlikte, bir hayal kırıklığı içinde sürüklenir, çevremizde hep dışarıdan bir yankı değil de içsel bir titreşimin yankısı olan ve hiç değişmeyen bu tınıyı işitir gibiyizdir. Nesnelerde ruhumuzun onlara aksettirdiği, kendilerine değer kazandıran yansımayı bulmaya çalışırız; doğada nesnelerin, zihnimizde birtakım fikirlerle yan yana bulunmalarına borçlu oldukları sihirden yoksun olduklarını fark ettiğimizde hayal kırıklığına uğrarız; bazen de ruhun bütün gücünü, dışımızda olduklarını ve kendilerine asla ulaşamayacağımızı açıkça hissettiğimiz insanları etkilemek için, yetenek ve ihtişama dönüştürürüz. Böylelikle, sevdiğim kadını, her zaman için, etrafı o sıralarda görmeyi en çok arzu ettiğim yerlerle çevrili olarak hayal etmem, bu yerleri bana onun gezdirmesini, bilinmeyen bir dünyanın kapılarını bana onun açmasını istemem, basit ve tesadüfi bir zihinsel çağrışım değildi; hayır, yolculuk ve aşk hayallerim, tek bir kuvvet hâlinde fışkıran ve yönü değişmeyen bütün yaşama gücümün -bugün sedefli ve görünürde kıpırtısız bir fıskiyeden değişik yüksekliklerde kesitler alırmışçasına yapay olarak ayırdığım- farklı anlarından ibaretti yalnızca. Nihayetinde, zihnimde aynı anda ve yan yana gelişen durumları içeriden dışarıya, onları kuşatan gerçek ufka kadar izlemeye devam ederek rahat rahat oturmanın, havadaki güzel kokuyu duyumsamanın, ziyaretçiler tarafından rahatsız edilmemenin, Saint-Hilaire’in çanı çaldığında, öğleden sonra tükenmiş olan saatlerinin tek tek geçişini fark etmenin, son çan sesiyle birlikte saatlerin toplamını hesaplayıp ardından gelen uzun sessizlikle, mavi gökyüzünde bir bölgenin açılışını, Françoise’ın hazırlamakta olduğu, kitabın kahramanıyla beraber yaşadığım yorgunlukları giderecek olan lezzetli akşam yemeğine kadar okumayı sürdürmemi sağlayacak olan bölgenin açılışını görmenin hazzı gibi başka türden hazlar keşfediyorum. Her saat başında, sanki bir önceki saati haber veren çan çalalı henüz birkaç dakika geçmiş gibi gelirdi bana; son çalan saat gökyüzünde bir öncekinin hemen yanına yerleşirdi, bense bu iki yaldızlı işaretin arasındaki küçük mavi yay parçasına altmış dakikanın sığmasına inanamazdım. Bazen bu vakitsiz çan, bir önceki saati haber veren çandan iki kez daha fazla çalardı; yani arada benim duymadığım bir saat daha olurdu ve gerçekleşen bir olay benim için gerçekleşmemiş sayılırdı; derin bir uyku gibi büyülü olan okuma zevki sanrılar içindeki kulağımı kandırır, sessizliğin gök mavisi yüzeyinden yaldızlı çan sesini silerdi. Combray’deki bahçede, kestane ağaçlarının altında geçen, kendi hayatımın sıradan olaylarını özenle ayıklayıp yerine pınarların suladığı bir ülkenin ortasında, garip maceralar ve özlemlerle dolu bir hayatı koyduğum güzel pazar öğleden sonraları, sizi düşündüğümde bana hâlâ o hayatı hatırlatırsınız ve hatta o hayatı sessiz, titreşimli, hoş kokulu, berrak saatlerinizin birbirini izleyen, ağır ağır değişen, yaprakların süslediği billuruyla yavaş yavaş kuşatıp sardığınız için -ben okumaya devam ederken ve günün sıcaklığı giderek azalırken- içinizde saklarsınız.
Bazen, öğle sonrasının ortalarına doğru, bahçıvanın kızı, deli gibi koşup yoluna çıkan bir portakal fidanını devirir, parmağını keser, dişini kırar, Françoise’la ben koşup bakalım, neler olduğunu kaçırmayalım diye, “Geldiler, geldiler!” diye bağırarak okumamı bölerdi. Bunlar, askerî birliklerin garnizon manevralarından ötürü Combray’yi baştan başa katettiği ve genellikle de Sainte-Hildegarde Sokağı’ndan geçtiği günlerdi. Hizmetkârlarımız, parmaklığın önünde sıraya dizilmiş şekilde sandalyelerde oturup pazar gezmesine çıkmış Combray sakinlerini seyreder ve kendilerini onlara gösterirken bahçıvanın kızı La Gare Caddesi’nde çok uzaktan görünen iki evin arasındaki açıklıktan miğferlerin parıltısını seçerdi. Hizmetkârlar, alelacele sandalyelerini içeri alırlardı çünkü zırhlı süvariler Sainte-Hildegarde Sokağı’ndan geçerken sokaktaki bütün boşlukları doldurur, dörtnala ilerleyen atlar yatağına sığamayan, azgın bir akarsuyun kenarlarına taşması gibi, kaldırımları kaplayarak neredeyse evlere sürtünürlerdi.
“Zavallı çocuklar!” derdi Françoise parmaklığın önüne yeni gelmiş olmasına rağmen gözyaşlarına boğulmuş hâlde. “Bu zavallı gençleri çimen gibi biçeceklerini düşündükçe yüreğim sızlıyor.” diye ekledi elini sızlayan yüreğine bastırarak.
“Gençlerin hayatı ciddiye almadıklarını görmek ne kadar da güzel, öyle değil mi Françoise?” derdi bahçıvan da ortalığı “kızıştırmak” için.
Sözleri boşa gitmezdi:
“Hayatı ciddiye almamak mı? Peki hayatı ciddiye almayacaksak neyi ciddiye alacağız? Hayat yüce Tanrı’nın ikinci kez bahşetmeyeceği tek hediyesidir, Ah, Tanrı’m! Ama doğru, önemsemiyorlar! Ben 70’te gördüm onları; bu lanet olası savaşlarda ölümden korkuları uçup gidiyor; bunun delilikten hiçbir farkı yok, sonra da ciğeri beş para etmez serserilere dönüyorlar, insanlıktan çıkıp aslan kesiliyorlar.” (Françoise için, bir insanı, s harfinin üstüne basa basa telaffuz ettiği aslana benzetmek, asla onu yüceltici bir şey değildi.)
Saite-Hildegarde Sokağı’nın dönemecine kadar olan mesafe çok kısa