M. Swann’ın Giotto’nun bu figürlerine duyduğu tüm bu büyük hayranlığına rağmen, getirdiği kopyaların asılı olduğu çalışma odamızdaki bu merhametsiz Merhameti, bir tıp kitabında bulunan, dildeki bir tümörün veya ameliyat aracının gırtlağı veya küçük dili sıkıştırmasını gösteren bir levhayı çağrıştıran bu Kıskançlığı, sıradan, muntazam ve grimsi yüzüyle Combray’de kilisede gördüğüm ve birçoğu Haksızlığın yedek kuvvetlerine mensup, sofu, ruhsuz birtakım burjuva güzellerini andıran bu Adaleti düşünmekten uzun bir süre hiçbir keyif alamadım. Ama epey sonra, bu fresklerin çarpıcı garipliğinin, kendine has güzelliğinin, sembollere bu kadar geniş yer ayrılmasından kaynaklandığını; sembolün, simgelenen düşünce ifade edilmediğine göre bir sembol olarak değil de bir gerçeklik, fiilen yaşanan veya maddeten kullanılabilir bir şey olarak temsil edilmesinin esere daha gerçek, daha belirgin bir anlam kazandırdığını, mesajını daha somut, daha çarpıcı kıldığını fark ettim. Zavallı bulaşıkçı kıza baktığımızda da tüm dikkatimiz sürekli olarak ağırlığını zor taşıdığı karnına odaklanıyordu; aynı şekilde, can çekişen kimselerin dikkatinin de ölümün kendilerine sunduğu, acımasızca hissettirdiği somut, sancılı, karanlık, organik yanına, ölüm dediğimiz kavramdansa kendilerini ezen ağır bir yüke, nefes darlığına, susuzluğa benzeyen yüzüne çevrili oluşu gibi.
Padova’daki “Erdemler ve Kötülükler” bana hamile hizmetçimiz kadar canlı, hizmetçimiz de neredeyse onlar kadar alegorik geldiğine göre bu demek oluyor ki yeteri kadar gerçeklik içeriyorlardı. Ve belki de bir insanın ruhunun, kendinde tezahür eden erdemle (en azından görünürdeki) bu bağlantısızlığı, estetik değerinin dışında, psikolojik olmasa da hiç değilse fizyonomik bir gerçekliğe sahiptir. Daha sonra, hayatım boyunca -manastırlarda örneğin- karşılaşma şansı bulduğum, hayata geçirilmiş merhametin gerçek bir azize sayılabilecek canlı timsalleri, genellikle işi başından aşkın cerrahların mutlu, gerçekçi, umursamaz ve katı tavrına, acı çeken insan karşısında hiçbir merhamet, hiçbir şefkate gereksinim duymayan, incitmekten korkmayan, yani gerçek iyiliğin, sevecenlikten uzak, sevimsiz ve asil çehresine sahiptiler.
Bulaşıkçı kız -Hatanın oluşturduğu tezat sayesinde, Doğruluğun üstünlüğünü daha da çarpıcı kılması gibi, istemeden Françoise’ın üstünlüğünün altını çizerek- anneme göre sadece bir sıcak sudan ibaret olan kahveyi servis edip hemen ardından hafif ılımış sıcak suyu odamıza çıkardığı esnada ben, neredeyse kapalı duran panjurların ardındaki öğle sonrası güneşine karşın, saydam, kırılgan, titreşen serinliğini koruyan, ahşapla camın arasına konmuş bir kelebek gibi bir köşede hareketsiz duran bir ışık hüzmesinin sarı kanatlarını panjurların arasından geçirmeyi başardığı odamda, elimde bir kitapla yatağıma uzanmış olurdum. Kitap okuyamayacak kadar cılız olurdu içerideki ışık, güneşin parlak ışığını sadece La Cure Sokağı’nda (Françoise, halamın “dinlenmediğini” bu nedenle gürültü edilebileceğini bildirdikten sonra) Camus’nün tozlu kasalara vuruşuyla, sıcak havalara özgü, titreşimli atmosferde çınlayan, uzaklarda uçuşan kızıl yıldızlara benzeyen bu vuruşlarla ve bir de karşımda, âdeta yaz mevsiminin oda müziğini icra ederek küçük bir konser veren sineklerle hissederdim; ki bu müzik yazın tesadüfen dinlenen, daha sonra da bize dinlendiği o mevsimi hatırlatan insanların müziğinden farklı bir şekilde çağrıştırır yazı; bu müzikle yaz arasındaki bağ daha kaçınılmazdır; sıcak günlerden doğup ancak yine o sıcak günlerde yeniden canlanan bu müzik, bu günlerin ruhunu barındırır içinde ve sadece hafızamızdaki hayalini harekete geçirmekle kalmaz, aynı zamanda dönüşünü, somut, yanı başımızdaki, her an ulaşılabilir etkin varlığını doğrular.
Odamdaki bu belli belirsiz serinliğin sokaktaki gün ışığıyla ilişkisi, gölgenin ışıkla olan ilişkisi gibiydi, yani onun kadar parlaktı, dışarıda geziyor olsam duyularımın ancak bir kısmının keyfine varabileceği yazın eksiksiz manzarasını sunardı hayal gücüme; böylece (kitaplarımda anlatılan heyecanlı maceralar sayesinde) akan suyun içinde sabit duran bir el gibi, bir hareket selinin sarsıntısını ve canlılığını taşıyan dinlenmeme harika bir uyum sağlardı.
Yine de büyükannem, sıcak hava bozmuş, kapanmış veya bir fırtına bastırmışsa dahi dışarı çıkmam için bana yalvarırdı. Bense okumayı bırakmak istemediğim için, okumama en azından bahçede devam etmeye gider, kestane ağacının altındaki hasır ve bezden yapılma küçük çardağın kuytusuna, aileyi ziyarete gelebilecek kişilerin gözlerinden saklanabileceğimi düşündüğüm bir yere otururdum.
Ve zihnim de dışarıda neler olup bittiğini seyrederken bile derinliklerine gömülüp orada kalabileceğimi hissettiğim bir başka sığınak gibi değil miydi? Dışarıda bir nesne gördüğümde gördüğümün bilinci nesneyle benim aramda sıkışıp kalır, etrafını maddesine doğrudan dokunmamı engelleyen ince bir manevi şeritle çevrelerdi; tıpkı ıslak bir nesneye yaklaştırılan akkor hâlindeki bir nesnenin önünde daima bir buharlaşma kuşağı oluşturarak ıslaklığa değmediği gibi, gördüğüm nesnenin maddesi de daha ben onunla temas etmeden âdeta buharlaşırdı. Kitap okurken bilincim farklı durumların hepsini aynı anda, alacalı bir ekran gibi sergilerdi; benliğimin en kuytu köşelerinde saklı özlemlerden bahçenin sonunda gördüğüm, tamamen dışsal olan ufuk çizgisine kadar uzanan bu farklı durumlar arasında en öncelikli, en çok bana ait olanı, hareket hâlindeki bir kontrol düğmesi gibi her şeyi yöneten güdü, okumakta olduğum kitabın felsefi zenginliğine, güzelliğine olan inancım ve hangi kitabı okuyor olursam olayım, bu zenginliği, bu güzelliği kendime mal etme isteğimdi. Okuduğum kitabı, Combray’de, eve çok uzak olduğu için Françoise’ın Camus kadar sık alışveriş etmediği ama kırtasiye ve kitap bakımından daha zengin olan Borange bakkaliyesinden, onu ilk kez dükkânın bir katedral kapısından daha gizemli, düşüncelerle daha fazla donatılmış kapısının iki kanadını kaplayan broşürler ve fasiküller mozaiği içinde, iplerle tutturulmuş hâlde görerek almış olsam bile kitabı satın almamın asıl sebebi, benim biraz sezdiğim biraz da anlaşılmaz bulduğum gerçeğin ve güzelliğin sırrını, yani keşfi bütün düşüncelerimin bulanık ama sabit hedefini oluşturan sırrı çözmüş biri gibi gördüğüm bir öğretmenimin veya bir arkadaşımın tavsiyesi olmasıydı.
Okumam süresince, içeriden dışarıya, gerçeğin keşfine doğru durmak bilmeyen bir hareket hâlindeki bu temel inançtan sonra, benim de bir parçası olduğum olaylar zincirinin yaşattığı duygular gelirdi, çünkü bu öğleden sonraları, çoğunlukla bir ömür boyu yaşananlardan çok daha fazla dramatik olaylarla dolu olurdu. Bu olaylar, okuduğum kitapta süregelen olaylardı; ve evet, Françoise’ın da dediği gibi, kitapta olayların etkilediği kişiler “gerçek” değildi. Ama gerçek bir kişinin mutluluğunun veya şanssızlığının bizde yarattığı bütün duygular, bu mutluluğun veya şanssızlığın sureti aracılığıyla tezahür eder ancak tarihteki ilk romanın yaratımı, duygu mekanizmamızda bu suretin zorunlu tek unsur olduğunu ve dolayısıyla gerçek kişileri bütünüyle ve açıkça ortadan kaldıran bir sadeleştirmenin belirleyici bir gelişme olacağını anlamaktan ibaretti. Gerçek bir insan, kendisine ne kadar derin bir sempati duysak da büyük ölçüde duyularımız tarafından algılanır, bu demek oluyor ki saydam değildir, duyarlılığımıza taşıyamayacağı yükler bindirir. Başına bir kötülük geldiğinde kafamızda onunla ilgili sahip olduğumuz bütünsel algının sadece küçük bir bölümü