Ben yine de Bloch’u seviyordum, annemle babam da beni hoş tutmak istiyorlardı; annem onunla olan sohbetlerimizi zararlı bulsa dahi, Minos’la Pasiphae’nin kızının anlamdan mahrum güzelliği hakkında yönelttiğim cevapsız sorularım, beni Bloch’la yapacağım konuşmalardan daha çok yoruyor ve üzüyordu. Bloch Combray’ye tekrar davet edilebilirdi ancak akşam yemeğinden sonra -hayatım üzerinde derin etkiler bırakacak, beni ilk başta daha mutlu, sonra ise daha mutsuz kılacak olan bir haberi- bütün kadınların aşktan başka bir şey düşünmediğini ve istisnasız hepsinin direncinin kırılabileceğini söyledikten sonra, büyük halamın çok fırtınalı bir gençlik dönemi geçirdiğinin ve metres hayatı yaşadığının herkesçe bilindiğini çok güvenilir bir kaynaktan duyduğunu da ekledi. Ben de kendimi tutamayıp bu söylediklerini annemle babama aktardım; evimize bir dahaki gelişinde Bloch’u kapının önüne koydular ve daha sonra sokakta görüp yanına yaklaştığımda bana çok soğuk davrandı.
Ama Bergotte konusunda doğruyu söylüyordu.
İlk günlerde, Bergotte’un üslubunun daha sonra çok seveceğim yanı, bayıldığımız ama henüz tam olarak kavrayamadığımız bir ezgi misali bana kendini göstermiyordu. Okuduğum romanını elimden düşüremiyordum ama âdeta, aşkın o ilk zamanlarında, çekiciliğine kapıldığımızı sandığımız bir kadını görmek için her gün bir davete, bir eğlenceye gitmemiz gibi, kitabın sadece konusuna ilgi duyduğumu sanıyordum. Sonra, gizli bir ahenk dalgasıyla, içsel bir prelüdle üslubunu yücelttiği bazı pasajlarda kullanmaktan hoşlandığı neredeyse arkaik sayılabilecek ender rastlanan ifadeler gözüme ilişti; “hayat denilen boş hayalden”, “tükenmek bilmeyen güzel görüntüler seli”nden, “anlamanın ve sevmenin, kısır ve leziz işkencesi”nden, “katedrallerin saygıdeğer ve büyüleyici cephesine daima asalet katan dokunaklı portreler”den söz etmeye koyulan da benim için yepyeni olan bir felsefeyi, sanki arpların o sırada yükselen ezgisini başlatan ve bu ezgiye bir yücelik kazandıran bu olağanüstü imgelerle ifade eden de yine bu pasajlardı. Bergotte’un bu pasajlarından biri, diğer bölümlerden ayırdığım üçüncü veya dördüncüsü, birincide bulduğum hazla karşılaştırılması mümkün olmayan, benliğimin en derinlerinde, sanki bütün engellerin, bütün ayrımların yok olup gittiği, dümdüz, uçsuz bucaksız bir bölgede karşılaştığım bir mutluluk yaşattı bana. Sebebi ise daha önceki pasajlarda yaşadığım ama benim daha önce hiç fark etmediğim bu hazzın kaynağı olan o ender kullanılan ifadeler için yaşadığım aynı zevki, aynı müzikal akışı ve aynı idealist felsefeyi bu defa tanıyıp artık Bergotte’un belirli bir kitabının zihnimin yüzeyinde tamamen doğrusal bir şekil oluşturduğu, belirli bir bölümünden ziyade, bütün kitaplarında bulunan ve buna benzer diğer bütün pasajların da gelip onda birleştiği, ona bir kalınlık, bir hacim kazandırdığı, dolayısıyla da zihnimi genişlettiği “ideal bir Bergotte pasajı”nın varlığıyla karşı karşıya olduğum izlenimine kapılmamdı.
Bergotte’un tek hayranı ben değildim; o aynı zamanda annemin çok kültürlü bir arkadaşının da en sevdiği yazardı; Doktor Du Boulbon, Bergotte’un son çıkan kitabını okumak için hastalarını bekletiyordu; günümüzde dünya çapında yayılmış olan, tipik ve yaygın meyvelerine Avrupa’nın, Amerika’nın, en ücra köylerine varıncaya kadar her köşesinde rastlanan ama o sıralar henüz nadiren görülen Bergotte merakının ilk tohumları, Doktor Du Boulbon’un muayenehanesinden ve Combray yakınındaki bir bahçeden atılmıştı. Benim gibi annemin arkadaşının ve aynı zamanda Doktor Du Boulbon’un da Bergotte’un kitaplarında özellikle hoşlarına giden şey, aynı melodik akış, aynı eski ifadeler, çok basit ve yaygın ama kullanıldığı yerlerden de anlaşılacağı üzere, kendisinin de özellikle sevdiği başka birtakım ifadeler, son olarak da acıklı pasajlardaki sertlik ve neredeyse boğuk vurguydu. Hiç şüphesiz, kendisi de en etkileyici özelliklerinin bunlar olduğunun bilincindeydi. Çünkü daha sonra basılan kitaplarında, hatırı sayılır bir gerçeklikten veya ünlü bir katedralin adından söz ediyorsa eğer, anlatımını yarıda kesiyor ve ilk eserlerinde bütünlüğün içinde yer alan o akışı, ilk eserlerindeki örtülü hâliyle, mırıltısının nerede başlayıp nerede bittiği tam olarak anlaşılamazken, sadece yüzeydeki dalgalanmalarla ayırt edilebilirken belki de daha hoş, daha ahenkli olan o akışı; bir yakarışa, bir isyana, uzun bir duaya dönüştürüyordu. Onun hoşlandığı bölümler, bizim en sevdiğimiz bölümlerdi. Ben ezbere bilirdim hepsini. Yazısına kaldığı yerden devam ettiğinde hayal kırıklığına uğrardım. O ana kadar güzelliği benim için saklı gizli kalan bir şeyden, çam ormanlarından, doludan, Notre-Dame Katedrali’nden, “Atalya”dan, “Phaidra”dan her bahsedişinde, bu güzelliği imgelerle etkisiz hâle getirip bilincimi ele geçirirdi. Bu nedenle, evrende, eğer kendisi bana yaklaştırmadıysa kendi cılız algılarımın duyumsayamayacağı ne kadar çok şey olduğunu hissedip her konuda, özellikle de bizzat görme fırsatı yakalayacağım şeyler hususunda onun fikrine, bir istiaresine sahip olmak isterdim; ki bunların arasında, eski Fransız yapıtları ve bazı deniz manzaraları da vardı çünkü bunları kitaplarında anmasındaki ısrarcılığı, onları anlam ve güzellik açısından ne kadar zengin bulduğunun bir kanıtıydı. Ama maalesef, neredeyse her konuda, fikrinden bihaberdim. Benimkilerden tamamen farklı olduğuna şüphem yoktu çünkü bu fikirler, benim yükselerek ulaşmaya çalıştığım kimliği belirsiz bir âlemden geliyordu: Benim düşüncelerimin bu kusursuz zihne aptallığın dorukları gibi görüneceğine emin olduğum için, hepsini kafamdan silerek zihnimi öylesine bir tabula rasa’ya19 dönüştürmüştüm ki kitaplarından birinde, tesadüfen benim de aklımdan geçmiş olan bir düşünceye rastladığımda sanki iyi yürekli bir tanrı, bu fikri meşru kılarak ve güzel olduğunu belirterek bana geri vermiş gibi yüreğim kabarırdı. Uyuyamadığım gecelerde büyükannemle anneme yazdığım şeylerin aynılarına, Bergotte’un bir sayfasında rastlardım birdenbire; öyle ki Bergotte’un bu sayfası mektuplarımın başında yer alabilecek bir önsöz niteliği taşırdı. Hatta daha sonraları, bir kitap yazma denemelerine başladığımda yazmaya devam etmemi sağlayacak kadar değerli bulmadığım cümlelerin neredeyse aynılarına Bergotte’ta denk geldiğim oldu. Ama bu cümlelerden yalnızca onun kitabında okuduğumda bir zevk alabiliyordum; o cümleleri yazan ben olduğumda düşüncemi tam olarak yansıtma kaygısıyla, zihnimde algıladığım şeye tam “benzetememe” korkusuyla yazdığım şeyin kulağa hoş gelip gelmediğini düşünmeye fırsat bulamıyordum ki! Hâlbuki aslında bir tek bu tür cümleleri, düşünceleri gerçekten seviyordum. Endişeli ve tatminsiz çabalarım, kendi içlerinde birer aşk belirtisi, hazdan mahrum ama derin bir aşkın belirtisiydiler. Bu yüzden de bu tür cümleleri ansızın bir başkasının eserinde, yani kaygılardan, sertlikten uzakken, kendime işkence etmeme gerek yokken bulduğumda tıpkı milyonda bir yemek yapması gerekmediğinde artık oburluk yapmaya vakti olan bir aşçı gibi, kendimi bu sevdiğim cümlelerin hazzına rahatça bırakıyordum. Bir gün, Bergotte’un bir kitabında bahsi geçen yaşlı bir hizmetçiyle ilgili olarak, yazarın o büyülü, o tumturaklı dilinin daha da alaylı kıldığı ama benim Françoise’dan bahsederken büyükanneme sık sık yaptığım esprinin aynısına rastladım; bir başka seferinde, gerçeğin birer aynası olan eserlerinin birine aile dostumuz M. Legrandin’le ilgili yorumlarıma benzer bir yorumu dâhil etmekten çekinmediğini gördüm (Oysaki Françoise ve M. Legrandin’le ilgili yorumlarım, Bergotte’un hiçbir şekilde ilginç bulmayacağından emin olduğum, özellikle feragat edeceğim yorumlardı.); ansızın benim mütevazı hayatımla gerçekler âleminin birbirlerinden zannettiğim kadar ayrı olmadıklarını hatta bazı noktalarda kesiştiklerini bile düşündüm ve duyduğum güvenle, mutlulukla, neden sonra kavuşulan