Kayıp Zamanın İzinde Swann'ların Tarafı 1. Kitap. Марсель Пруст. Читать онлайн. Newlib. NEWLIB.NET

Автор: Марсель Пруст
Издательство: Elips Kitap
Серия:
Жанр произведения:
Год издания: 0
isbn: 978-625-6865-41-9
Скачать книгу
Evet, an azından bunu anlayabilirim, bu daha dürüst bir söylem.”

      Bahçıvan savaş ilanının bütün tren seferlerini durduracağını sanırdı.

      “Tabii! Kimse kaçmasın diye…” derdi Françoise.

      Bahçıvan da “Elbette! Ne kurnazdır onlar!” diye onaylardı çünkü savaşın, devletin halkla oynamayı denediği bir oyun olduğunu ve eğer imkân verilse savaştan kaçmayacak tek bir insan olmadığı yönündeki inancını kimse değiştiremezdi.

      Sonunda Françoise aceleyle halamın yanına, ben kitabıma dönerdim, hizmetkârlar ise askerlerin kaldırdığı tozun ve yüreklerin yatışmasını izlemek için tekrar kapının önüne yerleşirlerdi. Geçici bir sükûnet sağlandıktan çok sonra, alışılmadık bir kalabalık gezintiye çıkar, Combray sokakları yine karalara bürünürdü. Her evin, genellikle böyle bir alışkanlığın olmadığı evlerin önünde bile, oturmuş etrafı seyreden hizmetkârlar ve hatta efendiler, nakışlı tüllere benzeyen yosunlar ve deniz kabukları gibi, kapı eşiğini koyu renkli düzensiz bir şeritle süslerlerdi.

      Bu günler dışında alıştığım gibi sessiz sakin okurdum kitabımı. Ama bir defasında ziyarete gelen Swann’ın okumama müdahalesi ve o sırada benim için yepyeni bir yazar olan Bergotte’un kitabı hakkındaki yorumu, uzun süre boyunca hayalini kurduğum kadınlardan birini artık kafamda allı morlu çiçeklerin sıra sıra dizildiği alçak duvarların önünde değil de bambaşka bir dekorda, Gotik bir kilisenin kapısının önünde tahayyül etmem sonucunu doğurdu.

      Bergotte’tan ilk defa, benden yaşça büyük ve kendisini çok takdir ettiğim bir arkadaşım olan Bloch’un bahsettiğini duymuştum. Kendisine “Ekim Gecesi”ne olan hayranlığımdan söz ettiğimde bir trompeti andıran gürültülü bir kahkaha patlatmış ve “Musset beyefendiye duyduğun bu bayağı düşkünlüğünü bırak. Son derece zararlı bir tiptir ve zavallı herifin tekidir. Aslında itiraf etmeliyim ki o da Racine denen o adam da hayatları boyunca, oldukça ritmik tek bir mısra yazmışlardır, hiçbir şey ifade etmemek, ki bu da bence başarıların en büyüğüdür. Biri, ‘Beyaz Oloossone ve Beyaz Camyre’, diğeri de ‘Minos’la Pasiphae’nin Kızı’dır. O iki serseriyi aklayabilecek bu mısralara ölümsüz tanrıların sevgilisi, büyük üstat Leconte, bir makalesinde dikkatimi çekmişti. Yeri gelmişken söyleyeyim, bu müthiş adam, benim şu aralar okumaya vaktim olmayan bir kitabı tavsiye ediyormuş. Duyduğuma göre, yazarını, Bergotte denilen beyefendiyi, en usta heriflerden biri olarak görüyormuş; ara sıra savunulacak yanı olmayan bir hoşgörü sergilese de onun sözü benim için bir kâhinin kehaneti gibidir. Kısacası bu lirik nesirleri oku, eğer ‘Bhagavata’yı ve ‘Magnus’un Tazısı’nı’ yazmış olan muhteşem ritim ustası doğru söylüyorsa Apollon şahidimdir üstadım, Olympos’un nektarıyla yarışabilecek hazlar yaşayacaksın.” demişti bana. Bloch kendisine, “üstadım” diye hitap etmemi alaycı bir tonda istemişti, kendisini de bana hitap ederken aynı tonu kullanırdı. Ama aslında bu oyundan zevk alıyorduk çünkü insanın adını verdiği şeyi yarattığına inandığı yaşlardaydık daha.

      Maalesef, Bloch’un, (bana gerçeği ifşa etmelerini beklediğim) güzel mısraların hiçbir şey ifade etmedikleri takdirde daha da güzel olduklarını söyleyerek bende yarattığı o karmaşayı, bir açıklamada bulunmasını istediğim hâlde dindiremedim. Bloch davet edilmedi bir daha evimize. Başlarda iyi karşılanmıştı. Gerçi büyükbabam, her seferinde, biraz samimiyeti ilerletip eve getirdiğim arkadaşlarımın hepsinin Yahudi olduğunu söylüyordu -tıpkı kendi arkadaşı Swann’ın Yahudi kökenli oluşu gibi- buna prensipte karşı değildi ancak ona kalırsa seçtiğim arkadaşlar, genellikle Yahudilerin en seçkinleri arasında olmuyordu. Bu yüzden eve yeni bir arkadaş getirdiğimde, sık sık “Yahudi Kadın”dan “Ey atalarımızın Tanrı’sı” veya “Yahudiler, kırın zincirlerinizi” mısralarını, sadece melodileriyle sözsüz (la-la-la diye) olarak mırıldanırdı ancak ben yine de arkadaşım melodiyi tanıyıp sözlerini hatırlayacak diye korkardım.

      Büyükbabam, kendilerini görmeden önce, çoğu zaman tipik bir Yahudi ismi bile olmayan isimlerini duyar duymaz arkadaşlarımın Yahudi olduklarını anlar hatta bazılarının aileleriyle alakalı tatsız detayları dahi tahmin ederdi.

      “Bu akşam gelecek olan arkadaşının soyadı ne?”

      “Dumont, büyükbaba.”

      “Dumont! I ıh! Hiç güven olmaz.”

      Sonra şarkı söylemeye başlardı:

      Okçular, dikkat!

      Usulca, durmadan devam nöbete.

      Dolaylı yoldan daha detaylı birkaç soru daha sorduktan sonra, “Dikkat! Dikkat!” diye haykırırdı veya işkence mahkûmu geldikten sonra, çaktırmadan onu sorguya çekerek farkına bile varmadan Yahudiliğini itiraf etmeye zorlamışsa hiçbir şüphesi kalmadığını göstermek için:

      Bu utangaç Yahudi’yi, nasıl olur da

      Tutup getirdiniz buralara!

      veya:

      Sevimli Hebron Vadisi, babamın tarlaları

      veya:

      Evet, ben seçilmiş ırktanım

      mısralarının melodilerini belli belirsiz mırıldanarak bize bakmakla yetinirdi.

      Büyükbabamın bu küçük alışkanlıkları, arkadaşlarıma karşı düşmanca bir tavrın nişanesi değildi asla. Ancak ailem başka nedenlerden dolayı Bloch’tan hoşlanmamıştı. Öncelikle babamı kızdırmıştı; babam onun ıslandığını görüp merakla neler olduğunu sorduğunda:

      “Mösyö Bloch, dışarıda hava nasıl, yağmur mu yağdı yoksa? Barometre de havanın iyi olduğunu gösteriyor ama pek bir şey anlamadım bu işten.”

      Babam sorusuna şöyle bir cevap almıştı:

      “Beyefendi, yağmur yağıp yağmadığını size kesin olarak söyleyemem. Fiziksel koşulların dışında yaşamak konusunda o kadar kararlıyım ki duyularım bana bu konuda uyarıda bulunmak zahmetine katlanmıyor.”

      “Ama evladım, senin bu arkadaşın bir geri zekâlı!” demişti babam Bloch gittikten sonra bana. “Nasıl olur! Havanın nasıl olduğunu bile söylemekten aciz! Bu kadar ilginç bir şey duymadım! Tam bir ahmak!”

      Üstelik Bloch, büyükannemin de sempatisini kazanamamıştı çünkü öğle yemeğinden sonra büyükannem biraz ağrıları olduğunu söylediğinde Bloch hıçkırıklarını zor tutmuş, yanağından akan gözyaşlarını eliyle silmişti.

      “Samimi olmasına imkân var mı?” demişti büyükannem. “Üstelik beni tanımıyor bile veya belki de gerçekten delidir!”

      Ayrıca öğle yemeğine bir buçuk saat geç kaldığı yetmezmiş gibi bir de üstü başı çamur içinde gelip özür dileyeceği yerde, “Atmosfer değişikliklerinin ve keyfi zaman dilimlerinin beni etkilemesine asla izin vermem. Afyon çubuklarının ve Malezya kris’lerinin18 tekrar kullanıma sokulmasına hiçbir itirazım olmaz ama onlardan çok daha zararlı ve ayrıca yavan burjuva aletleri olan saat ve şemsiyeyi kullanmayı reddederim.” diyerek diğer herkesi kendinden soğutmuştu.

      Bütün bunlara rağmen Combray’ye tekrar davet edilebilirdi. Oysa annemle babamın bana layık gördükleri bir arkadaş değildi; annemler, büyükannemin çektiği ağrılar nedeniyle döktüğü gözyaşlarının sahte olmadığına kanaat getirmişlerdi sonunda; yine de duyarlılığımızdan kaynaklanan coşkuların, davranışlarımızın tutarlılığı ve yaşama biçimimiz üzerinde pek etkisi


<p>18</p>

El yapımı, süslü Malezya kaması. (ç.n.)