Kate yoğurdun birden midesini bulandırdığını hissetti. Bu duyduklarından öyle yıkılmıştı ki, kendisini kusacakmış gibi hissediyordu.
“Bunu… bunu yapamazsın,” diye kekeledi.
Max sandalyesinde aşağı sindi. Kate onun kendisini desteklemeyeceğini bilse de, Madison da rahatsız görünüyordu.
“Ben senin annenim ve benim evimde yaşadığın sürece istediğim her şeyi yapabilirim. Madison harika bir üniversiteye başladı ve senin yüzünden onun başarılı olma şansını tehlikeye atamam.” Annesinin yüz ifadesi çok acımasızdı. Kollarını sıkı bir şekilde göğsünde kavuşturmuştu. “Ayrıca bir tebrik etsen de fena olmazdı hani,” diye de alaylı alaylı konuştu. “Madison üniversiteden kabul mektubunu aldığından beri ağzından tek bir şey çıktığını duymadım. Kutlama pastası için bile gelmedin.”
Pazartesi günü, kabul mektubu geldiğinde, annesi Madison için bir kutlama düzenlemişti. Bir pasta yapmıştı -Kate yine de bir dilim bile yemesine izin olmadığını biliyordu- ve hatta bir ilan asmıştı. Madison’ın kutlaması tam da Kate’in hiç olmayan doğum günü partisinin olması gerektiği gibiydi.
Kate’in kalbi hızlı hızlı çarpıyordu. Zihnini kıpkırmızı bir sis kaplıyordu.
Bir anda ağzından kontrol edemediği şeyler çıkmaya başladı.
“Peki ya ben?” diye bağırdı. “Ya siz doğum günümü kutlamaya ne dersiniz? On yedi yaşına girdiğimiz farkında bile değilsiniz! Neden Madison’ın her şeyi bu kadar önemli oluyor? Bir değişiklik yapıp bana da önem vermeye ne dersin?”
Max’in ve Madison’ın gözleri korkuyla ardına kadar açıldı. Kate daha önce hiç kendisini savunmamıştı ve ikisi de bunun nasıl bir sonuç verebileceğini düşünerek endişeleniyordu.
Annesinin yüz ifadesinden bugün Kate’in doğum günü olduğunu unuttuğu açıkça görülüyordu. Ama hatasını asla kabul etmeyecekti – hiçbir zaman da etmemişti.
“Seninle tartışacak değilim, genç bayan. Madison’ın okul giderlerini karşılamak için benimle temizliğe geleceksin ve bu son sözüm.” Ses tonu duygusuz ve soğuktu. “Bu konuyla ilgili başka itiraz duyarsam seni okuldan alırım ve bir lise diploman bile olmaz. Anladın mı?” Kate’e tiksinti dolu gözlerle baktı. “Okula geç kalmıyor musun?” diye ekledi.
Kate öfkeli bir şekilde orada kalakaldı. Gözlerinde yaşlar birikmişti. Diğer çocuklara doğum günlerinde partiler düzenlenir, hediyeler verilirdi. Onun payına ise geleceğinin ondan çalındığı haberini almak düşmüştü.
Elindeki yoğurt kurusunu yere çaldı ve evden hızla dışarı çıktı. Mayıs ayıydı ve güneş cildini yakıyordu. Bisikletini dün okuldan sonra bıraktığı yerden aldı ve mümkün olduğunca hızlı bir şekilde pedal çevirerek içinde kabaran öfkeyi dışarı atmaya çalıştı.
Annesinden nefret ediyordu. Yeni evinden nefret ediyordu. Ailesinden nefret ediyordu. Bütün hepsi bir yalandı. Bütün bu yıllar boyunca sadece buradan, o berbat, bunalıcı annesinden ve hiçbir işe yaramayan, sarhoş babasından kaçma düşüncesiydi. O gün üniversiteye gideceği gündü. Buradan mümkün olduğunca uzağa, Doğu Yakasına gitmek istiyordu.
Ama artık bu hayali sona ermişti.
İKİNCİ BÖLÜM
Kate okula bisikletle en kısa sürede gitme rekorunu kırmıştı. Genellikle bir noktada Madison’a geçilirdi, ama o kadar öfkeliydi ve bu ona öyle bir güç vermişti ki tüm yolu kırk beş dakikadan kısa bir sürede kat etmişti.
Bisikletini otoparkın yanındaki bisiklet park yerine kilitlerken sırtı ter içinde kalmıştı. Kendi kendine yüzünün de şimdi kıpkırmızı olduğunu biliyordu.
O sırada bir araba tam arkasında durdu ve içinden Tony fırlayarak indi.
Kate “Aman Tanrım,” diye sesli bir şekilde mırıldandı.
Tony sevdiği çocuktu. Futbol takımında oynuyor ve hep havalı çocuklarla takılıyordu, ama bütün bunlara rağmen, her nasılsa gerçekten iyi birisiydi. Herkese zaman ayırmayı başaran çocuklardan biriydi. Lisedeki çocukları mensup oldukları sosyal sınıflara göre değerlendirmiyordu. Kate onun için varoşlarda yaşayan bir kız değildi – sadece Kate Roswell’di. Bazen Kate Tony’nin kendisini daha güzel, daha popüler ve daha komik kız kardeşiyle kıyaslamayan tek kişi olduğunu düşünüyordu.
“Kate,” dedi arabanın kapısını çarparak kaparken. “Nasıl gidiyor?”
Kate utanmaktan kendini alamadı. Keşke böyle ter içinde batmayıp yorgun görünmeseydi.
Kate, “İyi,” dedi, aklına gelen tek şey buydu.
“Hey,” dedi, yüzünde sorgulayan bir ifadeyle. “Bugün farklı görünüyorsun. Gözlerine bir şey yapmışsın.”
“Maskara,” diye yanıt verdi ve daha da utandı.
Sıradan bir şekilde “Güzel görünüyor,” dedi. “Gözlerinin ne kadar mavi olduğunu daha önce fark etmemiştim.”
Kate midesinde bir karıncalanma hissetti. Eğer amacı ona iltifat etmekse, oldukça iyi bir iş çıkartıyordu.
Tony, “Bugünün doğum günün olduğunu düşünmekte haklı mıyım?” diye sordu.
Neredeyse bayılacaktı. Bunu nereden bilmişti? Ona söylediğini hatırlamıyordu.
“Evet, öyle,” dedi.
Tony güzel, inci gibi dişlerini göstererek gülümsedi. “Doğum günün kutlu olsun.”
Ona yaklaştı ve sarıldı. Kate orada hareketsiz kalakaldı. Bütün vücudu elektrikle çarpılmışçasına titriyordu. O da ona sarılmak istiyor, ama koltuk altlarında terden oluşmuş ıslaklığın görünmesini istemiyordu.
Tony onu bıraktı ve geri çekildi.
“Teşekkürler,” diye mırıldandı, kendisini dünyadaki en büyük ahmak gibi hissediyordu. Daha soğukkanlı davranabilmeyi isterdi. Madison’ın sevdiği çocuk ona sarıldığında kendini kaybetmeyeceğini biliyordu.
Tony, “Baksana,” dedi, gözleriyle Kate’in omzunun üzerinden otoparkta aylak aylak dolaşan futbol takımına bakarken. “Şimdi acelem var. Güzel bir doğum günü geçir, tamam?” Yürümeye başlamıştı bile; uzaklaşırken omzunun üzerinden konuşuyordu. “Öğle yemeğinde görüşürüz, sana küçük bir pasta getireceğim.” Bunları söyledikten sonra gitmiş, arkadaşlarıyla koşmaya başlamıştı.
Kate her şeyi berbat ettiğinin fakına vararak çantasına sıkıca sarıldı. Aklını başından alan, gözleri hakkında yaptığı iltifattı. Tony’nin onu ayartmak isteyip istemediğini merak etmekten kendisini alamıyordu. Belki o da kendisine âşık olmuştu.
“Kate!” birisinin bağırdığını duydu ve dönünce en iyi üç arkadaşını ona doğru koşarak geldiğini gördü.
Dinah Higgins, Nicole Young ve Amy Tan dokuzuncu sınıfta tanıştıklarından beri en iyi arkadaşları olmuştu. Dinah Afrika asıllı bir Amerikalıydı ve Kate için kendi ailesinden daha çok zaman ayıran büyük, sıcak bir ailesi vardı. Saçlarını Afrikalılara has bir şekilde ince ince örmüştü ve aralarında kırmızı ve mavi renkler görülüyordu. Nicole babasıyla yalnız yaşıyordu; annesi o çok küçükken kanserden ölmüştü. Tam anlamıyla bir Kaliforniyalıydı, ama bunu siyah giysiler ve