“Çok üzücü ya! Adamın giydiği pabuçlara baksana!”
“Yazık…” dedi başka bir ses de. “Onca yıl çalış dur ama sadece bir tane resim sat, olacak iş mi? İyi ki kardeşi yardım etmiş ona, yoksa açlıktan ölürdü. Oysa günümüzde milyon dolarlara satılıyor resimleri.”
“Neye yarar?” diyerek iç çekti diğeri. “Artık ne faydası var o paranın ressama? Yaşarken bileceksin sanatçının kıymetini.”
Arkamdaki sesleri baş başa bırakıp ağzı burnu yamulmuş ayakkabıların önünden ayrıldım. Portrelerin bulunduğu salona girdiğimde daha büyük bir kalabalıkla karşılaştım. Burada ilgimi çeken tablolar ise Van Gogh’un kendi portreleriydi.
Sonunda Yıldızlı Gece resminin bulunduğu üçüncü galeriye girebildim. Tabloyu görünce hemen o yana yönlendim. Aşağı yukarı bir metre boyunda, izleyeni mıknatıs gibi içine çeken resmin önünde durup uzun uzun inceledim. Gökyüzünü seyrederken o ışıltılı girdaba kapılacakmış gibi oldum bir an.
Bir öksürük sesiyle sol yanıma baktım. Resmin karşısında hazır ola geçmiş yaşlı bir adam, “Servi…” dedikten sonra uzun uzun öksürdü. “İnsanın yaşam boyu verdiği mücadelenin sembolüdür servi ağacı… Zorluklar karşısında güçlü olmayı simgeler.”
Fötr şapkasını göğsüne bastıran adam tekrar öksürdü.
“Belki de ressamın kendisidir o ağaç.” dedim onu selamlayarak.
“Bence de kendisi… Hastalığı yüzünden bir türlü huzur bulamayan Van Gogh’un çırpınışıdır bu resim. Şu bulutlara baksanıza, onlar bile çığlık atıyor sanki. Ya yıldızlar? Her biri hüzünlü bir ağıt… Bu kadar acı çekmiş birinin böylesine büyüleyici resimler yapması akıl alır gibi değil. Sanatçının ve sanatın gizemi bu olsa gerek.”
İlgiyle dinlediğim adam, gözlerini tablodan ayırmadan konuşuyordu.
“Resmin alt tarafına dikkat ettiniz mi? Geceyi huzur içinde geçiren bir köy var orada.”
O sırada bir grup genç yanaştı yanımıza. İçlerinden biri, “Biz de dinleyebilir miyiz?” dedi. Ona bakan yaşlı adam, “Adınız nedir efendim?” diye sordu.
“Melda.” diyerek gülümsedi kız. “Bu sergiyle ilgili bir ödev yapacağım, konuşmalarınız ilgimi çekti de…”
“Nerede okuyorsunuz?”
“Eğitim Fakültesi Türkçe Öğretmenliği Bölümünde.”
“Tanıştığıma memnun oldum Melda kızım, bendeniz emekli doktor Emin Gürağaç. Âcizane önerim, sergiyi yalnız gezmenizdir. Resimlerle yapacağınız sohbetin tadı bir başka olur o zaman.”
“İyi de Emin amca, ben hiç anlamam ki resimden.”
Hafifçe irkilen doktor, “Öyle mi?” dedi yorgun bir sesle. “Bir çiçeğe, bir kedi yavrusuna ya da güzel bir manzaraya bakınca ne hissedersiniz?”
“Hoşluk.” diye kıkırdadı kız. “Güzel duygular işte…”
“Pekâlâ.” diyen adam tabloyu işaret etti. “Hem kalbinizle hem beyninizle bakın lütfen, hoşluktan çok daha fazlası var orada. Servi ağacı yanıyor sanki. Ya gökyüzü… Bulutlar, yıldızlar, güneş, ay bir şeyler anlatmaya çalışıyor bize… İnsanı içine çeken bu ışıltılı girdap sonsuzluğa çağrıdır, gençler!”
“Çok yaşa bey amca! Şimdi seni dinleyince anladım bu resmi, ağzına sağlık.”
Hepimiz dönüp sesin sahibine baktık. Sapsarı dişleriyle bize gülümseyen güvenlik görevlisi, “Sizden öğrendiklerimi kafama yazıyorum.” dedi. “Böylece ben de bilgi verebilirim gelen gidene.”
Gözlüklerinin gerisinden onu süzen doktor, sakin bir sesle sordu.
“Beni dinlemek yetiyor mu? İki cümleyle Van Gogh uzmanı mı kesileceksiniz?”
“Estağfurullah! Ben kim uzmanlık kim bey amca… Burada boş boş dikileceğime, çoluk çocuğa bir şeyler anlatırım diye düşündüm.”
Adamı yine öksürük tuttu. Kendini toparladıktan sonra çatallı bir sesle devam etti. “Büyük bir özlemin resmidir bu, efendim. Yıldızlarla simgelediği sonsuzlukta huzur bulmak istiyor Van Gogh.”
Can kulağıyla dinlediğimiz doktor, şimdi de sanatçının yalnızlığından, tükenişinden söz ediyordu.
“Geçimini sağlayan kardeşine yük olmanın getirdiği eziklik, hastalık, sanatının ilgi görmemesi onu çok hırpalamış. Dünyaya veda etmeden önce de bu şahane resimleri bırakmış insanlara. Siz beni sevmediniz ama ben sizi ve dünyayı çok sevdim, demiş.”
Güvenlik görevlisinin sesi bu sefer gür çıktı.
“Helal olsun ressama! O da bizdenmiş demek.”
Gruptaki gençlerden biri hafifçe gülümsedi.
“Ne demezsin abi, biz ezelden beri Van Gogh’uz zaten!”
Şapkasıyla bizi selamlayan doktor, güzel dileklerle veda etti bize. Ardından birkaç adım geri gidip tekrar hazır ola geçti. Yıldızlı Gece’ye bir selam çaktıktan sonra ağır adımlarla kalabalığa karıştı. Diğerleri de yanımdan uzaklaşınca tekrar resme odaklandım. Tablonun bende yarattığı duygularla çakışıyordu yaşlı adamın sözleri. Birden Dizge Edebiyat Dergisi’nin açtığı yarışma geldi aklıma. Kaç zamandır ne yazsam diye düşünüyordum. Bu sergiyi mi anlatsam?
Salondan çıktığımda saat altıyı yirmi geçiyordu. Vestiyerden eşyalarımı ve gitarımı alıp çıkışa doğru yürüdüm. Elinde kartpostalla yanımdan geçen birini görünce Armand kılıklı gencin masasına yanaştım. Önündeki bilgisayardan başını kaldırıp bana dikkatle baktı. “Sergiyi nasıl buldunuz?” diye sorduktan sonra tekrar ekrana odaklandı. “Çok güzel.” dedim. Bir bana bir ekrana bakıp bilgisayarda bir şeyler yapan gencin gözlüğü çok havalıydı. Çakma Armand Roulin işini bitirdikten sonra masanın çekmecesinden bir yıldız çıkardı.
“Bu sizin, bunu mutlaka saklayın.”
“Saklarım tabii…”
Fosforlu yıldızı alıp teşekkür ettim. Arkası iğneli rozetin ön yüzünde ressamın imzası vardı. Göğsüme takmayı düşünmediğim için çantama koyup çıkışa doğru yürüdüm. Genç kızın masasının yanından geçerken yavaşladım. O da gözlüklüydü. İki görevlinin de on dokuzuncu yüzyıl giysileriyle pek uyumlu olmayan o havalı gözlükleri takması ilginç geldi bana. Masasına yanaşan çocukları kısa bir süre izleyen genç kız, bilgisayarın ekranına bakıyor ve ardından onlara kartpostal veriyordu. Sergiyi gezenlere hep aynı şey dağıtılırken, bana neden yıldız verilmişti? Kafama takılan bu soruyla çıktım binadan.
Sanat merkezine doğru yürürken caddenin büyülü ışıltısına bıraktım kendimi. Başımı nereye çevirsem Van Gogh’un renkleri selamlıyordu beni. Sergi nedeniyle şehirde esen festival havasının bir parçasıydı bu güzellikler. Renkli ışıklar ve yıldızlarla süslenen şehir, devasa bir Van Gogh tablosuna dönüşmüştü sanki.
Ehliyetini Sevsinler
Sanat merkezinden