“Hey, nereye gidiyorsunuz?”
Durağı geçtiğimizi fark edince hemen geri döndük. Sanat galerisine giden otobüs gecikince gelen ilk dolmuşa atladık. Biz otururken Sanver ile Bulut ayakta dikilmek zorunda kaldılar. On beş dakikalık yolculukta gülmekten karnıma ağrılar girdi. Sabahtan beri yüzü gülmeyen İpek bile gözlerinden yaş gelene kadar güldü.
Önce iki yaşlı insanın telefon konuşmalarına takıldık. Yüksek perdeden yapılan görüşmelere kulak tıkamak mümkün değildi. Ön koltukta oturan ihtiyar amcanın derdi lahanaydı. Onun hemen arkasındaki kadın ise Youtuber olmaya heves eden bir teyzeydi.
Kapuskadan nefret ettiği anlaşılan yaşlı amca, Sulbiye adında birine sitem ediyordu. Teyze ise kurduğu patlıcan turşusunu anlatıyordu arkadaşına. “Akşama kadar bin kişi tıkırdatır benim turşuyu.” deyince yolcuları gülme tuttu.
“Ağlasan da zırlasan da kapuska yemem Sulbiye, boşuna pişirme! Sarmasını sar desem, sarmazsın. Böreğini yap desem, yapmazsın. Turşu istesem, hiç kurmazsın. Ha ben ne diyeyim sana? Senin yüzünden güzelim lahanayla aram açılacak!”
“Sabaha kadar yirmi kişi beğenmiş benim turşuyu. Ne dedin, anlamadım? Az mı diyorsun? Olacak o kadar canım, millet uykuda mı tıklayacak yani? Ne diyorsun duymuyorum, biraz bağır. Olur mu ayol, patlıcan turşusu bu! Kedi köpek mi dedin? Ortalık kediden geçilmiyor, videosu kusur kalsın. Hem ben o kadar uğraştım o patlıcanlarla. Allah seni inandırsın, iki bidon kurana kadar canım çıktı. Turşumu tıklamazsan ölümü gör, e mi!”
Sonunda şoför patladı.
“Tıklayacağım şimdi lahanaya da turşuya da! Daha öğlen yemeği bile yemedim. Sizin yüzünüzden gözümün önünde sarmalar, börekler uçuşuyor!”
Dolmuşun para trafiğini yöneten Bulut’la şoförün konuşmaları daha da eğlenceliydi.
“Beş liradan bir kapuska!”
“Kapuska nerede inecekmiş?
“Yirmi liradan üç karnıyarık!”
“Karnıyarıklar nereye gidiyormuş?”
“On liradan az kuru az pilav!”
“Az kuru az pilav dediğin kaç kişi oğlum?”
Sanat merkezine gelince, “İniyoruz!” diye seslendik şoföre. Kapıyı açan adam, dönüp bize gülümsedi.
“Atlayın aşağıya zevzek dürümler!”
Güle oynaya indik dolmuştan. Daha iki adım atmamıştık ki midesini ovuşturdu İpek.
“Onca yemek muhabbetinden sonra karnım acıktı!”
“Şurada bir kumrucu…” diye başlayan Sanver’e karşı çıktım. “Kesinlikle olmaz, bir an önce sergiyi gezelim.”
Beş dakikalık bir yürüyüşten sonra sanat galerisinin bulunduğu şehrin en görkemli binasına vardık. Ön cephenin büyük bir bölümü sanatçının Yıldızlı Gece tablosundan oluşan bir afişle kaplanmıştı. Afişin alt kısmında ise ressamın bir sözü yazılıydı.
“Büyük şeyler bir anda meydana gelmez, fakat bir dizi küçük şeyin bir araya gelmesiyle olur.”
Saatime baktım, gitar dersine kırk dakika vardı. Buraya yakın olan sanat merkezine yürümek on dakikamı alır. Bu durumda, sergiyi gezmek için yarım saatim var. Bu kadarcık süre Van Gogh’a ve sanatına büyük saygısızlık ama nasılsa tekrar geleceğim buraya. Şimdilik hızlı bir turla yetinmek zorundayım.
Amsterdam’daki Van Gogh Müzesi’nden gelen resimleri görmek için günlerce bu sergiyi bekledik. Yıldızlı Gece tablosunun Amerika’dan getirildiğini duyunca kulaklarıma inanamamıştım.
İpek’in açlık krizi dinmeyince bizimkiler galeriye girmekten vazgeçtiler. Yarın sabah on birde sanat merkezinin önünde buluşmak üzere vedalaştık. Onlar kumrucuya koştururken ben de galeriye doğru yürüdüm.
Fosforlu Yıldız
Binanın girişindeki X-ray cihazından geçip büyük salona girdim. Duvarlardaki ışıklı panellerde ressamın posterleri, hayatı ve sanatıyla ilgili yazılar vardı. Hiçbirine bakmadan dümdüz yürüdüm. Tekrar geldiğimde hepsine bakıp okuyacak zamanım olacaktı. Serginin hikâyesini anlatan panoları da hızla geçtim. Salonunun bir köşesine yerleştirilen masalar dikkatimi çekti. Birinde Van Gogh’un resimlerinden fırlamış bir genç kız oturuyordu. Loving Vincent filminden hatırladım onu. Diğer masada oturan ise sarı ceketi, mavi şapkasıyla Armand Roulin figürünün ta kendisiydi. İkisi de masalarına yanaşan öğrencilere bir şeyler veriyorlardı. İpek’in sözünü ettiği kartpostallar olmalıydı. Zaman kaybetmemek için onlara takılmadan yürümeye devam ettim.
Galerinin girişinde bir kontrol noktası daha vardı. Tekrar X-ray cihazından geçtikten sonra vestiyere yönlendirdiler beni. Çantamı, montumu ve gitarımı verdiğim görevli, cüzdanımı ve cep telefonumu da istedi. O sırada telefon çaldı. Arayan gitar öğretmenimdi. Önemli bir işi çıktığı için dersi altı buçuğa alacakmış, benim için uygun olup olmadığını soruyordu.
Konuşma biter bitmez anneme bir mesaj yazdım.
“Gitar hocasının işi çıkmış, kurs altı buçukta başlayacak. Van Gogh’un sergisindeyim.”
Telefonla cüzdanımı bir poşete koyan görevli kız, torbayı bana uzattı. Önemli eşyalarımı yanıma aldığıma sevinmiştim. Üstelik, hiç beklemediğim bir anda biraz zaman da kazanmıştım. Artık sergiyi daha rahat gezebilirdim.
“Telefonunuzu içeride kullanamayacaksınız.” diye gülümsedi kız.
“Nasıl yani, çalışmayacak mı?”
“Siz içeri girince özel bir güvenlik önlemi devreye girecek. Böylece bütün telefonlar kapsama alanı dışına çıkacak. Bu arada hatırlatayım, fotoğraf çekmek de yasak.”
İlk salonda beklemediğim bir kalabalıkla karşılaştım. Üç ay sürecek sergiye ilgi büyüktü. İçeride çok sayıda güvenlik görevlisinin olması da şaşırtıcıydı. Ortalıkta dolaşanların çoğu benim gibi öğrenciydi. Belli ki sergiyi gezmek bütün okullara zorunlu kılınmıştı. Öncelikle ilgimi çeken resimlere bakmaya karar verdim. Şamata yapan çocukların arasından geçip karşı duvardaki tabloya doğru ilerledim.
Önünde durduğum Fırtına Bulutları Altında Buğday Tarlası resmi Van Gogh’un meşhur yapıtlarından biriydi. Yaklaşık bir metre boyunda olan tabloda dikkatimi çeken ilk şey mavi, sarı ve yeşil renklerin uyumuydu. Resmi üç boyutluymuş gibi algılamama neden olan kalın boya tabakasına hayretle baktım. Resme dokunmanın yanlış olduğunu bilmesem parmağımı tablonun üzerinde gezdirmek isterdim.
Biraz ileride konusu yine buğday tarlası olan ünlü bir resim daha vardı. Buğday Tarlası ve Kargalar… Sapsarı tarlaların üstünde uçuşan kargalar gerçek gibi görünüyordu. Kalın boya tabakasını incelerken duyduğum bir sesle irkildim.
“Zamanla biraz solmuş olsa da ne güçlü renkler! Şu krom sarısına, kırmızıya, kobalt mavisine bak! Ne cesur ressammış Van Gogh!”
Kafamı çevirip sesin sahibine baktım. Uzun saçlarını ensesinde toplamış bir adam, yanındaki arkadaşına anlatıyordu.
“Ressam, boyayı spatula ile biçimlendirmiş. Şu ekinlere baksana! Paletimde hayat var, diyen Van Gogh ne kadar da haklı! Renklerdeki coşkuyu hissedebiliyor musun?”
“Hissetmemek için taş olmak lazım.” dedi kadın. “Kargaları pek severim ama bunlar bir tuhaf uçuyor. Tarlanın ortasındaki