Gece, dar sokağa saptığım vakit yüreğim şiddetle çarpıyordu. Sokak boş ve karanlıktı. İmaretin yüksekte, ufak pencerelerinden yalnız birinde sönük bir ışık vardı. Ben kapının yerini biraz daha yakın sanıyordum. Daha derince imiş…
Ufak kapı kapalıydı. Tuttum, açılmadı. Dönecektim, kurtuldum diyecektim ve sevinecektim. Ancak birdenbire oradan ayrılamadım, kapıyı bir kere daha, daha kuvvetlice ittim. Hafifçe kımıldadı ve gıcırdadı. Bu gıcırtı bana o kadar büyük bir gürültü gibi geldi ki bırakıp kaçacaktım. Evdekiler uyandılar, bütün mahalle ayaklandı, şimdi her taraftan koşuşacaklar gibi geliyordu.
Kapı yavaş yavaş kendi kendine açıldı ve tak diye arkasına vurdu. Ufak bahçe, büyük dut ağacının gölgesiyle daha ziyade karanlıktı. Korkarak bu karanlığa bir müddet baktım, kaldım.
Görünüyor ki Güzide yoktu. Ev, simsiyah duruyordu, aşağı odaya gidip oturacağımı vadettiğim hâlde, bunun hiç de kabil olmadığını gördüm.
Duyduğum şedit heyecan daha ziyade kalmama engel oldu; kapıyı dahi kapamayarak geri dönüp derhâl kaçtım.
Caddeye çıktığım zaman içimde üç türlü ses duyuyordum. Birincisi, “Zaten bir çocukluk idi, senin budalaca hayallerin… Bunlar olur şey mi zannedersin!” diyordu. Öteki, “Her vakit işlemeyen bir kapı neden açık kalsın, şaşkın! Güzide seni odada beklerken uyumuş kalmıştı, anlayamadın mı?” diyordu. Bir başka ses de ses gibi değil, âdeta bir pençe gibi yakamdan yapışmış, beni eve sürüklüyordu.
Düşünebilecek bir yer lazımdı ve o dakikada yalnız yatağımda düşünebileceğimi hissediyordum.
Odamda acele soyunup, lambayı söndürdüm ve karanlıkta, yorganların arasına sokularak biraz sükûn bulabildim. Hiç olmazsa kapılarını kapamalıydım diyordum. Yarın kapıyı açık görürse benim geldiğimi anlayacak; bu âlâ! Acaba cesaret edemediğimi hisseder ve bana güler mi diye de düşünüyordum. Ertesi gün gitmedim, daha ertesi gün uğradım. Mutat veçhile çehresi sakin idi ve gözlerinden bir şey anlamak mümkün olamıyordu.
Aradan bilmem kaç gün geçti, bir akşamüstü uğradım. Hizmetçi kadın kapıyı açtı.
“Küçük hanım hasta.” dedi.
“Nesi var?” dedim.
“Bilmem! Soğuk almış diyorlar…”
Valdesi, merdiven başından seslendi:
“Gel efendi oğlum, Güzide üstünüze afiyet rahatsızdır. Üşütmüş.” dedi.
“Yukarı kadar çıkıp acaba odasına kadar gitmek lazım mı?” diye düşünürken valdesi tekrar çağırdı.
“Buyursanıza…”
Yukarı çıktım. Güzide yatağında gülüyor. O zamana kadar odasına girmemiş idim. Karyolası o kadar süslü değil ancak o hafif ve müessir lavanta kokusu duyuluyor ve nedense bana dokunuyordu.
“Geçmiş olsun, ne oldu böyle? Doktor getirdiniz mi?”
“Hayır, doktorluk bir şey değil, göğsüm üşümüş. Buyurup otursanıza!”
Oturdum. Küçük kızcağız da dizlerimin üstüne çıktı, şuradan buradan konuşmaya başladık. Bazı şeyler almıştım, onları gösterdim. Bizim hemşire için beğendiğim bir kumaşın bir eşini de Güzide’ye hediye olarak getirmiştim. Onu da verdim. Pek ziyade memnun oldu. Çok şükür hâli iyi idi.
Ertesi akşam daireden erken çıktım, ilkin eve uğrayıp yemek yedim, sonra Azize halanın bir mektubu vardı, onu vermeye gittim. Onlar da beni bir parça tuttular, âdeta vakit yatsı olmuştu.
Dün hasta bırakıp bugün de hiç uğramamak pek ayıp olacaktı! Koşarak oraya gittim. Belki uyumuştur diye kapıdan sorup dönecektim. Hizmetçi kadın Güzide’nin beni görmek istediğini söyledi. Gittim. Yatağın içinde oturuyordu. Kocasına ufak tefek gönderecekmiş, bir bohça hazırlamış, onu postaya vermemi rica etti. Valde, çocuğu almış yatmış. İkimiz yalnızdık. Oturdum kaldım. Lakırtı uzadı, o da konuşuyor, lafı kesmiyordu.
Karyolanın tam yanında oturuyordum.
“Burası sıcak, kabalağınızı çıkarsanıza!”
Terliyordu, yanakları al al olmuştu. Bilmem nasıl oldu:
“Hararetiniz var mı?” dedim ve elimi yorganın üstünde duran elinin üstüne koydum. Ne o elini çekebildi ne ben çekebildim.
“Çok şükür hararetiniz yok!” diyecektim, galiba böyle söylemek istiyordum. Ancak kelimeler ağzımdan çıkmadı zannederim, boğazımda düğümlenir gibi oldu. Onda da ilk gördüğüm günkü heyecan vardı. Sesim boğuldu, titremeye başladım. O bana bakmayarak dedi ki:
“Siz, bahçeden gelirim demiştiniz! Havalar serin oluyor, bir akşam galiba uyuyakalmışım.”
“Aman, affedersiniz…” diyebildim ve gözlerinin içine bakmaya başladım.
O yorganın dikişleri ile oynayarak ve mutatı veçhile hafiften gülerek:
“Yaa.” dedi. “Hem söz verirler, adamı soğukta bahçelerde bekletirler hem de gelmezler…”
İnanınız başım dönüyordu. “Aman, affedersiniz…” diyebiliyordum. Ayakta olsam şüphesiz düşerdim.
Şu münasebetle aklıma gelmişken söyleyeyim. Bütün ahlaki kaideler bir tarafa azizim, genç bir kadın tarafından beğenilmek, onun size malikiyetini duymak ne kadar lezzetlidir. Görüştükçe telakkinin ilk hararetini söndürüp bir minderin kenarında yan yana, âlemin ahvalinden şikâyet etmek, dedikodu etmek, böyle felaket günleri geçiren memleketlerde zuhur eden fesad-ı ahlaktan şöyle afaki dem vurmak, sonra fırsat olursa yeniden tutuşan kalpleri söndürmek… Ne kadar tatlıdır!..
BİR CİNAYET
Geçen sene genç avukatlardan birini yazıhanesinde tabanca ile öldüren bir adam, zabıta tarafından tevkif olunmuş idi. Bu adam zevcesini vakadan iki hafta evvel terk etmiş ve Kafkas Cephesi’nde lekeli hummaya tutularak henüz şifâyab olmuş ve nekahet devresini geçirmek üzere buraya gelmiş bir tabip idi.
Bütün suallere karşı doğruca cevap vermiş ve “Kıskandım öldürdüm çünkü zevcemle münasebette bulunuyordu.” demiş ve başka bir şey söylememiş, bütün delâil de, vakanın bu suretle hâdis37 olduğunu ispat etmekte bulunmuş idi. Ancak yine usulen muhakeme cereyan ediyor, müddeiumumi38 iddianamesini okuyor, müttehim39 vekili cürümde esbab-ı muhaffife arıyor, samiin40 hemen avukatlardan mürekkep gibi hepsi dinliyor; candarmalar uyukluyor, mahkûm bihareket sandalyesinde oturuyordu.
Müdafaa tamam olunca reis, mutat olan suali sordu:
“Müttehim, kendinizi müdafaa yolunda başka bir diyeceğiniz var mıdır?”
Müttehim ayağa kalktı, o zamana kadar saklayabildiği birtakım kâğıtlar çıkardı. Kendisi orta boylu, ancak otuz yaşlarında kadar, sevimli bir adam idi. Gayet muntazam giyinmişti.
“Reis beyefendi, müddeiumumi muavini beyin tasvir buyurdukları şey esasen vakidir ancak sebebi cinayetin tamamen şerh ve izah olunması için şu mektubun, heyeti aliyeniz huzurunda okunmasını da bendeniz pek lazım görüyorum.” dedi ve mektubu okumaya koyuldu.
Beyefendi, her ne kadar henüz zatıalileri ile müşerref olmamış isem de derece-i tahsil ve fikr ü irfan noktainazarından yüksek bir adam olduğunuzu bildiğim