KİVİ
Kardeşim, panayırdan yeni bir beygir almış; bu haberi gelip bana söyledi. Bizim gibi köyde, kırda oturanların ata, beygire meraklı olması çok görülmez. Hemen dışarıya koştuk. Benden evvel çoluk çocuk bütün ev halkı, hayvanı temaşaya çıkmışlar.
Oh! Hakikat güzel bir hayvan. Bir Rus kadanası kadar semiz, sağrısında pul pul kestane dorusunun baklaları açılmış, bunu cambazlar İstanbul’dan getirmişler…
“Çekin bakalım şöyle!”
Önden baktık, arkadan baktık… Âlâ, hiç diyecek yok. Baktıkça hepimiz güzel bir tarafını buluyorduk. Yaşı da pek geçkin olmasa gerek. Tuhaftır, bende beygir merakı vardır da hayvanın yaşından pek anlamam. O kadar tarif ederler, bir türlü anlayamadım. Ezberleyemedim.
“Lakin pek kalın. Bilmem binmeye yarayacak mı?”
Kardeşim, derhâl müdafaa etti:
“Ne demek! Mükemmel tırıs gideceğine şüphem yok. Cinsi halis Rus…”
“Evet hele araba için hiç diyecek yok.”
“Şöyle bir binsen de görsek.” dedim. Derhâl hepsi bu söze ortak çıktılar.
“Evet, bir binseniz de görsek.” dediler.
Kardeşim, biraz nazlandıktan sonra bindi. Fakat tuhaf… Hayvan biraz ziyadece yorgun olacak. Üç kere bacaklarını sallayıp karnına vurmadıkça, dizginleri bir-iki tartmadıkça yerinden kımıldamıyor.
“Sen gelirken bunu biraz fazlaca yormuşsun galiba!”
“Ne diyorsun ağabey! Hayvan üç gündür yol geliyor. Ta İstanbul’dan gelmiş…”
Derhâl tasdik ettik, bizimkiler de iştirak ettiler. Yalnız Seza bize gülüyordu. Yaramaz kız, neyle olsa eğlenmek ister.
“Samiye, sen ne dersin?” Samiye beğeniyordu lakin hepimizden ziyade seven, beğenen kardeşimdi.
“Adını ne koyacağız?”
Evet, bir mesele! Güzel bir isim olmalı. Hepsi bir isim söylüyordu. Samiye “Uslu koymalı.” dedi. Seza, “Akıl mı danışacaksınız?” diye alay etti. Annem “Derviş olsun.” dedi. “Sonra, ona bir de tekke bulmak ister!” diye alay ettiler. Birader Fehime’ye, onu nasıl koşacağını hele arabayı uçuracağını anlatıyordu.
“Kuş gibi, bir saatte kasabaya!”
Seza öteden cevap verdi:
“Kanatsız Kuş koyalım, Kanatsız Kuş…”
“Kanatsız Kuş olur mu?”
“Olmaz mı belki vardır!”
“Hayır. Nerede duyulmuş?”
“Vardır ya! Değil mi dayı bey?”
“Evet, Avustralya’da yaşayan bir kuş varmış ki kanatları yokmuş hatta kanat kemiklerinden de eser yokmuş. Uzun gagasını yumuşak topraklara sokar, otların kökündeki yaşlılığı emerek yaşarmış.”
“Neydi onun adı?”
“Kivi! Yerliler Kivi derlermiş.”
“Tamam, bu adı koyalım.” dediler. Olur, olmaz; bir kısmı kabul etti, bir kısmı etmemiş göründü, hayvanın ismi de Kivi kaldı.
Zavallı Kivi, bizim yaramazların elinden neler çekti yahut bizim yaramazlar ondan ne çektiler!..
Ertesi gün sabahleyin, daha kahvemi içmeden Seza koşarak geldi. Gülmekten bayılıyordu.
“Aman dayı bey, gel de biçarelerin hâlini gör. Selime budalası da onlarla beraber…”
“Neden? Ne olmuş?” dedim.
Beygir çekmiyormuş; sabahleyin dere kenarına inmişler, kardeşim de bu gece meraktan uyumamış, sabahleyin erkenden beygiri arabaya koşmuşlar. Hâlâ onunla uğraşıyorlarmış.
Gittim baktım, doğru. Kardeşim arabanın üstünde, valdeyi de bindirmişler. Hemşire, Samiye, dadı da binmiş… Beş kişi. Beygir bir adım atmıyor… Arabada iki kişi olursa yürüyormuş…
Canım, bu beygir sayı bilmiyor ya! Dördü, üçü nereden hesaplayacak! İnin bakalım. Sahiden yürüyor. Yine bindiler, beygir hemen duruyor. Seza başta olmak üzere, hepimiz gülüyorduk. Yalnız Selime ile birader gayet ciddi, hayvanı yürütmeye çalışıyorlardı.
“Hamut dar gelmesin? Arabanın kolları mı dar acaba?”
Hayır. Kivi’nin tabiatı anlaşılıyor. İki kişi, bir de arabacı olursa gidiyor fakat tırıs değil haa! Adım adım… Yokuş geldi mi duruyor, herkes iniyor, ondan sonra yokuşu çıkıyor…
İhtiyar hala söze karıştı:
“Yine şükür ya yokuşta arabayı çözün de sürükleyin deseydi, ne yapardınız?”
“Canım kardeşim, sen alırken buna bakmadın mı?”
Kardeşim telaş içinde, kan tere batmış, hepimize kızıyordu. Bir taraftan vuruyor bir taraftan da:
“Canım, hayvan pekâlâ gidiyordu, siz şaşırtıyorsunuz. Bakın nasıl gidiyor.” diyordu.
Seza durur mu:
“Aman dayı bey, nefes almayalım, hayvan sonra şaşırır!..”
Selime arabanın içinde, başörtüsü dağılmış, dizginleri tartıyor; kardeşim de yerden vur bre vur, kamçılıyordu… Tepmiyor, ısırmıyor, çifte atmıyor fakat bildiğinden de şaşmıyordu.
Seza, yine gülerek Samiye’ye söz atıyor:
“Samiye, hakkın varmış, keşke adını uslu koysaydık…”
Sonra bana dönerek:
“Dayıcığım, bunu bu sene köyün ihtiyar heyeti intihabına çıkarırız. Eminim ki kazanır… Biz de gidip akıl danışırız!..”
Bir çoban çocuğu geliyordu, kardeşim ona seslendi. Dizginin bir tarafından o tuttu, bir tarafından da bizim Yakup. Kardeşime de artık kamçının ters tarafını çevirip vurmak kaldı. Ha gayret! Dövdüler, çektiler, vurdular… Kivi adım adım gidiyor…
Sabah güneşi yakıyordu. Hepimiz döndük. Onlar, Yakup, Selime ve kardeşim, üçü ancak öğle yemeğine gelebildiler.
Selime’ye sordum:
“Nasıl Selime?” dedim.
“Gidecek dayı.” dedi. “Hayvan fena hayvan değil, biz koşmayı bilemedik. Bizim İstanbul’daki beygirler de yeni alındıkları vakit böyleydiler.”
“Nasıl, böyle adımlarını sayıyorlar mıydı?”
Birader cevap verdi:
“Canım, adım saymayı da siz ilave ediyorsunuz. Seza’nın marifetleri…”
Birader, gözleriyle Seza’yı arıyordu; yüzüne karşı, “Senin marifetlerin!” diye bağıracaktı. Fakat ben kardeşimin tabiatını bilirim, onun bu kadar muvaffakiyetsizlik üzerine derhâl beygiri kasabaya gönderip ucuz pahalı sattırması