Öğlen, küçük mü küçük bir cüce gelmiş ve bir parça ekmek dilenmiş. Avcı, orada bulduğu ekmekten bir parça kesip tam cüceye verecekmiş ki adam ekmeği düşürmüş ve avcıya bir parça daha verip veremeyeceğini sormuş. Avcı yine aynısını yapmak üzereyken cüce onu bir sopa darbesiyle durdurmuş ve adamı saçından yakalayıp iyice dövmüş.
Ertesi gün, ikinci avcı evde kalmış ama onun günü de pek iyi geçmemiş. Diğer ikisi akşam dönünce ona: “Günün nasıl geçti?” diye sormuşlar. O da büyük kardeşine başına gelenleri anlatmış ve birlikte talihsizliklerinden yakınmışlar ama en küçüklerine hiçbir şey dememişler. Onu sevmiyorlar ve çok saf olduğu için ona, Aptal Hans diyorlarmış.
Üçüncü gün, en genç olanları evde kalmış ve tekrar küçük cüce gelip bir ekmek parçası dilenmiş. Genç ona ekmeği verince cüce önceki gibi onu düşürmüş ve tekrar bir parça verip veremeyeceğini sormuş. Sonra Hans, küçük cüceye: “Bu parçayı kendin niye almıyorsun ki? Eğer yiyeceğin ekmek için bu kadar sıkıntıya bile giremiyorsan ona sahip olmayı hak etmiyorsun demektir.” demiş. Cüce çok sinirlenip avcının bunu yapmak zorunda olduğunu söyleyince avcı yapmamış ve cüceyi bir güzel pataklamış. Sonra cüce acı içinde bağırarak: “Dur, dur; bırak gideyim, sana kralın kızlarının nerede olduğunu söyleyeceğim.” demiş.
Hans, bunu duyunca cüceyi dövmeyi bırakmış. Cüce, kendisinin bir orman cini olduğunu; kendisi gibi binlercesinin bulunduğunu ve eğer kendisiyle gelirse ona kralın kızlarının nerede olduğunu gösterebileceğini söylemiş. Sonra Hans’a derin bir kuyu göstermiş fakat içinde hiç su yokmuş. Cin, Hans’ın diğer arkadaşlarının onunla adil bir şekilde mücadele etmeyeceklerini bildiğini ve dolayısıyla kralın kızlarını götürmek istiyorsa bunu tek başına yapması gerektiğini söylemiş. Diğer iki kardeş, kralın kızlarını bulmak için herhangi bir tehlikeye girmek istemeyeceklermiş. Hans’ın büyük bir sepet alıp askısıyla, ziliyle içine oturması ve aşağı salınması gerekiyormuş. Aşağıda üç oda varmış, her birinde ise kafalarını keseceği çok kafalı bir ejderha ile bir prenses varmış. Cüce, tüm bunları söyledikten sonra ortadan kaybolmuş.
Akşam olunca iki kardeş gelip gününün nasıl geçtiğini sorunca Hans: “Şu ana kadar oldukça iyi.” demiş ve öğle vaktinde bir parça ekmek dilenen küçük bir cüceden başka kimseyi görmediğini, ona birazcık ekmek verdiğini; ekmeği yere düşürdüğünde dediğini yapmayınca cücenin sinirden gözünün döndüğünü, sonra cüceyi dövdüğünü ve cücenin de kralın kızlarının nerede olduğunu söylediğini anlatmış. Diğerleri sinirden kıpkırmızı olmuşlar.
Ertesi sabah birlikte kuyuya gitmişler ve ilk önce sepete kimin bineceğine karar vermek için kura çekmişler. Kura yine en büyüklerine çıkmış. O da sepetin içine girip yanına bir de çan almış. Diğer kardeşlerine de: “Çanı çalarsam beni tekrar yukarı çekin.” demiş. Aşağıya birazcık inince çanı çalmış ve hemen onu yukarı çekmişler. Sonra sepete ikincisi binmiş fakat o da ilki gibi yapmış. Sonra en küçük kardeşin sırası gelmiş ve o neredeyse dibe kadar inmiş. Sepetten inince hançerini almış ve yürüyüp ilk kapının dışında durup dinlemiş. Yüksek sesle horlayan ejderhanın sesini duymuş. Kapıyı yavaşça açmış. Prenseslerden biri orada, kucağında dokuz ejderha kafası ile oturuyor ve onların saçlarını tarıyormuş. Adam hançerini alıp savurunca dokuzu da düşmüş. Prenses yerinden sıçrayıp, kollarıyla onun boynuna sarılıp Hans’ı defalarca öpmüş. Saf altından yapılmış korsesini alıp onun boynuna asmış. Sonra avcı, beş kafalı ejderhanın bulunduğu ikinci prensesin yanına gitmiş ve onu da kurtarmış. Son olarak da dört kafalı ejderhanın bulunduğu en küçük prensesin yanına aynı şekilde gitmiş. Hepsi coşku içinde kurtuluşlarını kutlayıp avcıyı kucaklayıp öpmüşler.
Avcı, yukarıdakiler duysun diye yüksek sesle çanı çalmış; prensesleri bir bir sepete koymuş ve hepsini yukarı göndermiş fakat sıra ona gelince cücenin kardeşleriyle ilgili söylediklerini hatırlayarak orada duran büyük bir taşı alıp sepete koymuş. Gerçekten de kardeşlerinin onunla ilgili hiç de iyi planları yokmuş. Sepet kuyunun yarısına geldiğinde üvey kardeşleri ipi kesmiş ve içinde taş olan sepet yere düşünce genç avcının öldüğünü düşünmüşler. Sonra da prenseslerle birlikte krala gitmişler ve prensesleri de onları kurtaranların kendileri olduğunu söylemeleri için tembihlemişler. İkisi de bir prensesle evlenmek istiyormuş.
Bu sırada en genç avcı, büyük bir keder içinde kuyunun dibindeki üç odayı geziyor ve hayatının burada son bulacağını düşünüyormuş. Duvarda asılı bir flüt görünce kendi kendine: “Neden orada asılı duruyorsun, burada kimse eğlenemez ki!” demiş. Aynı şekilde ejderhanın kafasına bakmış ve demiş ki: “Artık bana yardım edemezsin.”
O kadar uzun süre bir ileri bir geri yürümüş ki neredeyse yerleri aşındırmış. Aklına başka bir düşünce gelmiş, flütü duvardan almış, birkaç nota çalmış ve nihayet birdenbire müzikle beraber karşısında birkaç cin belirmiş. Sonra çaldığı her notayla bir tane daha, bir tane daha…
Oda tamamen cüce cinlerle dolana kadar çalmış. Hepsi ne dilediğini sormuş, o da gün ışığında yukarı çıkmak istediğini söylemiş. Saçlarından yakalayıp yukarı çekerek onu tekrar yüzeye çıkartmışlar. Avcı hemen kralın sarayına gitmiş. Prenseslerden birinin düğünü yapılacağı sırada kral ve üç kızının olduğu odaya girmiş. Prensesler onu görünce bayıldığından kral sinirlenmiş ve avcının çocuklarına zarar vermiş olabildiğini düşünerek onu hemen hapse attırmış. Prensesler kendilerine gelince krala, avcıyı tekrar salıvermesi için yalvarmışlar. Kral nedenini sorduğunda ona bunu anlatamayacaklarını söylemişler fakat babaları, bunu en azından gidip şöminenin ateşine anlatmaları gerektiğini söylemiş ve dışarı çıkıp kapıdan her şeyi dinlemiş. İki kardeşi darağacında astırmış, üçüncüye de en küçük kızını eş olarak vermiş.
Kimsesiz Kuş
Bir gün bir ormancı avlanmaya çıkmış. Daha ormanda çok ilerlememişken çocuk ağlamasına benzer bir ses duymuş. Hemen sese doğru yönelmiş ve çok geçmeden dallarından birinde küçük bir çocuk olan yüksek bir ağaca gelmiş. Kucağında yavrusu olan bir anne, ağacın altına kıvrılıp uyuyakalmış. Yavruyu gören bir avcı kuş, tam onu kapıp götürürken ormancı silahını ateşlediğinde korkudan yavruyu düşürmüş. Giysileri yüksek bir ağacın dalına takılan bebek, ormancı gelene kadar ağaçta asılı bir hâlde ağlamış. Ormancı: “Zavallı küçük yaratık!” demiş kendi kendine ve ağaca tırmanıp yavruyu aşağı indirmiş. “Bu yavruyu eve götüreceğim, küçük Lena’m ile birlikte büyürler.” diye düşünmüş.
Uyanıp da yavrusunu göremeyen anne, büyük bir üzüntü içinde onu bulmak için aceleyle yola koyulmuş. Zavallı yavrusunun ölmüş olabileceğinden çok korkmuş.
O küçük, kaybolmuş bebek; ormancının küçük kızıyla birlikte büyümüş. Birbirlerini o kadar çok seviyorlarmış ki kısa bir süreliğine dahi ayrı kaldıklarında çok üzülüyorlarmış.
Ormancı, yavruya kuş tarafından kaçırıldığı için “Minik Kuş” adını vermiş. Lena ve Minik Kuş, birkaç yıl boyunca birlikte mutluluk içinde büyümüşler. Fakat ormancının, çocukları pek sevmeyen bir aşçısı varmış ve Minik Kuş’un davetsiz misafir olduğunu düşündüğünden ondan kurtulmak istiyormuş. Bir akşam Lena, kadının kuyuya iki kova götürdüğünü ve yirmi seferden fazla, bu kovaları