Gün ağardığında, savaş başlamak üzereyken tüm dört ayaklı hayvanlar öyle bir gürültüyle koşarak gelmişler ki yer sarsılmış. Söğüt çalı kuşu da uçarken kanatlarını öyle çarparak, çırparak, pır pır ederek gelmiş ki herkes korkmuş. Her iki taraf birbirlerine doğru ilerlemiş. Söğüt çalı kuşu, tilkinin kuyruğunun altına saklanıp tüm gücüyle onu sokmasını emrettiği eşek arısını aşağı göndermiş. Tilki, eşek arısının ilk sokuşunda zar zor da olsa bu acıya katlanmış ve kuyruğunu havada tutmayı başarmış. İkinci sokuşta bir an için kuyruğunu indirmek zorunda kalmış, üçüncüsünde artık daha fazla havada tutmaya dayanamadığından çığlık atıp kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırmış. Hayvanlar bunu görünce kazandıklarını düşünüp her biri deliklerine geri dönmeye başlamış ve kuşlar savaşı kazanmış.
Sonra kral ve kraliçe eve, yavrularının yanına uçmuşlar. “Çocuklar, eğlenin, doya doya yiyin, için! Savaşı biz kazandık!” diye bağırmışlar. Ancak yavrular: “Hayır, daha yemeyeceğiz; ayı buraya gelip bizden özür dilemeli ve bizim saygıdeğer çocuklar olduğumuzu söylemeli.”
Daha sonra söğüt çalı kuşu, ayının inine uçmuş ve şöyle demiş: “Homurdayan ayı, yuvama gelip çocuklarımdan özür dilemelisin yoksa tüm kaburgaların kırılacak.”
Ayı da büyük bir korkuyla sürünerek oraya girmiş ve yavrulardan özür dilemiş. Çalı kuşu yavruları; sonunda mutlu bir şekilde oturup, yiyip içerek gece geç saatlere kadar kutlama yapmışlar.
Küçük İnsanların Hediyeleri
Bir terzi ve bir kuyumcu birlikte seyahat ediyorlarmış. Bir akşam, güneş dağların ardında battığında uzaklardan, gittikçe daha da uzaklaşan bir müzik sesi duymuşlar. Bu tuhaf ses onlara tüm yorgunluklarını unutturacak kadar gelmiş ve hemen ilerlemeye başlamışlar. Küçük kadın ve erkeklerden oluşan bir kalabalıkla karşılaştıkları tepeye vardıklarında ay çoktan doğmuş. Küçük insanlar, büyük bir coşku içinde dönerek dans ediyorlarmış.
Seyyahların duydukları büyüleyici müzik meğer buradan geliyormuş. Grubun ortasında diğerlerinden biraz daha uzun olan bir adam oturuyormuş. Rengârenk bir ceket giymiş bu adamın gri sakalları, göğsüne doğru dökülüyormuş. İkisi birden şaşkınlık içinde orada kalakalmış ve dansı izlemişler. Yaşlı adam onlara aralarına katılabileceklerini gösteren bir işaret yapmış ve küçük insanlar çemberlerini açmışlar. Kamburu olan kuyumcu, diğer tüm kamburlar gibi yeterince cesurmuş ve hemen katılmak için adımını atmış; terzi ilk başta biraz korkup geri çekildiyse de her şeyin coşkuyla sürdüğünü görünce cesaretini toplamış ve ilerlemiş. Çember yine kapanmış ve bu küçük insanlar halkı, coşku içinde şarkı söylemeye ve dans etmeye devam etmiş.
Sonra yaşlı adam, kuşağında asılı duran büyük bıçağı çıkartıp bileylemiş ve yeterince keskinleştiğinde yabancılara bakmış. Adamlar iyice korkmuşlar fakat düşünmeye zamanları bile kalmadan yaşlı adam, kuyumcuyu yakalamış ve hızla kafasındaki saçları kazımış. Sonra aynısını terziye de yapmış. Adam işini tamamladıktan sonra dostane bir şekilde her ikisinin de omuzuna hafifçe vurunca korkuları falan kalmamış. Tüm bunların olmasına istekli bir şekilde ve herhangi bir mücadele vermeden izin verdikleri için onlara çok iyi davranmışlar. Yaşlı adam, parmağıyla bir köşede duran kömür yığınını göstermiş ve seyyahlara, el kol hareketleriyle onları ceplerine doldurmalarını söylemiş. Her ikisi de bu kömürlerin ne işe yarayacağını bilmemelerine rağmen denileni yapmış ve sonra da gece kalabilecekleri bir yer aramak üzere yollarına devam etmişler. Vadiye vardıklarında ve komşu manastırın saati on ikiyi vurduğunda şarkı durmuş. Bir anda her şey ortadan kaybolmuş ve tepe, ay ışığının altında ıssız kalmış.
İki seyyah, bir han bulmuş ve ceketleriyle hasır yataklara uzanmışlar fakat yorgunluktan ceplerindeki kömürleri çıkarmayı unutmuşlar. Bacaklarında bir ağırlıkla normalden daha erken uyanmışlar. Ceplerinde bir şeyler hissetmişler ve ceplerinin kömürle değil de saf altınla dolduğunu görünce gözlerine inanamamışlar, hatta kesilen saçları ve sakalları da eskisinden daha gür bir şekilde yeniden çıkmış.
Artık zengin insanlar olmuşlar. Açgözlülüğünden ceplerini terziden daha çok dolduran kuyumcu, terziden daha zengin olmuş. Açgözlü bir adamın her şeyi olsa bile daha fazlasını ister;
bu yüzden kuyumcu, terziye bir gün daha beklemeyi ve tepedeki yaşlı adamdan daha büyük hazineler getirebilmek için oraya tekrar gitmeyi teklif etmiş. Terzi bunu kabul etmemiş ve demiş ki: “Bendeki altınlar yeterli ve hâlimden gayet memnunum. Şimdi bir efendi olarak sevgilimle evlenecek ve mutlu bir adam olacağım.”
Ne var ki ısrarlara dayanamayıp arkadaşını memnun etmek için bir gün daha kalmış.
Akşam, kuyumcu daha fazla altın taşıyabilsin diye omuzlarına bir çift çanta asmış ve tepeye giden yola çıkmış. Bir gün önce olduğu gibi küçük insanları şarkı söyleyip dans ederken görmüş. Yaşlı adam tekrar onları tıraş etmiş ve biraz daha kömür almalarını işaret etmiş. Kuyumcu da çantaları olabildiğince doldurmuş ve hâlinden oldukça memnun bir şekilde geri dönmüş.
“Altın ağır gelse bile…” demiş. “Memnuniyetle buna katlanırım.”
Nihayet, sabah son derece zengin bir adam olma hayaliyle uykuya dalmış. Gözlerini açınca ceplerini yoklamak için aceleyle kalkmış fakat siyah kömürlerden başka bir şey bulamayınca çok şaşırmış. “Nasıl olsa bir gün önceki altınlar hâlâ duruyor.” diye düşünerek gidip bakınca onların da kömüre dönüştüğünü görmüş ve hayrete düşmüş! Kirli, kara elleriyle alnına vurmuş ve o an tüm kafasının kel olduğunu fark etmiş. Aynı şekilde sakalı da gitmiş. Talihsizliği bununla da bitmemiş. Sırtındaki kambur kadar büyük bir kambur da göğsünün önünde çıkmış. Sonunda kuyumcu, açgözlülüğünün bedelini ödediğini anlamış ve bağıra çağıra ağlamaya başlamış. O sırada uyanan iyi terzi, elinden geldiğince mutsuz arkadaşını sakinleştirerek ona demiş ki: “Bu seyahat süresince bana arkadaşlık ettin, benimle kalıp servetimi paylaşacaksın.”
Terzi, sözünü tuttuysa da zavallı kuyumcu hayatı boyunca iki kamburu taşımak ve kel kafasını da bir şapkayla kapatmak zorunda kalmış.
Cin
Bir zamanlar, her gün saray bahçesine yürüyüşe giden zengin bir kralın üç kızı varmış. Kral, her türden güzel ağaca çok düşkünmüş. Ancak bir tanesine öyle bir düşkünmüş ki biri dalından bir elma koparsa o kişinin yerin metrelerce altına girmesini diliyormuş. Ekin zamanı gelince bu ağaçtaki elmalar kan gibi kıpkırmızı olurmuş. Üç kız her gün ağacın altına gidip rüzgâr bir elma düşürmüş mü, düşürmemiş mi diye bakarlarmış. Ağacın kırılacak kadar elmayla dolup taşmasına ve dallarının yerlere sarkmasına rağmen toprağa düşmüş tek bir elma bile bulamazlarmış.
Kralın en küçük kızının canı çok elma çekiyormuş, kız kardeşlerine: “Babamız bizi yer altına gönderemeyecek kadar çok seviyor, bence bize bir şey yapamaz.” demiş ve konuşurken irice bir elmayı koparmış. Sonra kız kardeşlerine koşarak: “Sadece tadına bakın kardeşlerim, hayatımda hiç bu kadar lezzetli bir şey tatmamıştım.” demiş. Diğer iki kardeş de elmanın birazını yer yemez üçü birden toprağın dibine batıvermişler.
Öğlen olunca kral, kızlarını yemeğe çağırmak