“Ağzında değerli taşla doğan kuzenimi mi söylüyorsunuz, yenge?” diye sordu, gülümseyerek. “Annemin ondan sık sık söz ettiğini hatırlıyorum. Benden bir yaş büyükmüş, adı Baoyu’ymüş, çok huysuzmuş ama kız kuzenlerine çok iyi davranırmış. Şimdi erkekler dışarıdayken ben kızlarla evin ayrı bir yerinde zaman geçireceğime göre onu nasıl kızdırabilirim ki?”
“Buradaki durumları bilmiyorsun sen.” diye cevap verdi Wang Hanım, gülerek. “O öteki çocuklara benzemez. Büyükannen aşırı sevgisiyle onu çok şımarttığından, küçüklüğünden beri kızlarla bir arada. Kızlar ona kulak asmazlarsa, canı sıkılmasına rağmen uysal oluyor; genellikle öfkesini hizmetçilerinden çıkarıyor. Ama kızlar ona biraz cesaret verirlerse, hemen coşup olmadık yaramazlıklar yapıyor. Bu yüzden ona aldırmaman konusunda seni uyardım. Bir an ağzından bal gibi tatlı sözler dökülürken, başka bir an deli gibi sapıtıveriyor. Ne olursa olsun onun dediklerini ciddiye alma.”
Daiyu bunu aklında tutacağına söz verirken, bir hizmetçi gelip Büyük Hanımefendi Jia’nın dairesinde yemeğin hazır olduğunu bildirdi.
Wang Hanım hemen Daiyu’nün elinden tuttu, arka kapıdan çıkıp bir koridor boyunca yürüdükten sonra yan kapıdan geçip kuzeyden güneye uzanan, genişçe bir yola çıktılar. Yolun güney tarafında, üç odası ve sütunlu bir kabul salonu olan bir bina vardı; kuzey tarafında da beyaz boyalı, büyükçe bir duvar yükseliyordu; duvarın arkasındaysa normalin yarısı büyüklüğünde bir kapısı olan çok küçük bir bina vardı.
“Kuzenin Xifeng burada oturuyor.” dedi Wang Hanım, binayı işaret ederek. “Bir dahaki sefere onu nerede bulacağını öğrenmiş oldun. Bir şeye ihtiyacın olursa ona haber verebilirsin.”
Avlunun kapısında onları görünce esas duruşa geçen birkaç genç duruyordu. Wang Hanım Daiyu’yü doğudan batıya uzanan bir koridordan geçirip, Büyük Hanımefendi Shi’nin avlusuna çıkardı. Arka kapıdan girdiklerinde, onları görünce hemen masayı ve sandalyeleri düzene koyan bir hizmetkâr kalabalığıyla karşılaştılar. Jia Zhu’nun dul karısı Li Wan yemekleri servis ederken, Xifeng çubukları yerleştiriyordu, Wang Hanım da çorbayı getirdi.
Büyük Hanımefendi Shi sedirde, masanın baş tarafında yalnız oturuyor, iki tarafında ikişer sandalye boş duruyordu. Xifeng, Daiyu’yü büyükannesinin sol tarafındaki ilk sandalyeye oturtmak istedi ama Daiyu ısrarla reddetti.
“Yengen ve büyük kuzenlerinin eşleri yemeklerini burada bizimle yemeyecekler.” dedi büyükannesi gülümseyerek. “Hem sen bugün misafirsin. Bu yüzden buraya oturman uygun olur.”
Ancak o zaman Daiyu izin isteyerek o sandalyeye oturdu. Büyük Hanımefendi Shi, Wang Hanım’a oturmasını söyledi; sonra Yingchun ve diğer iki kız da oturmak için izin istediler. Yingchun sağdaki ilk sandalyeye, Tanchun soldaki ikinci sandalyeye ve Xichun de sağdaki ikinci sandalyeye oturdu. Hizmetçiler ellerinde bez, ağız çalkalama tası ve peçetelerle hazır beklerlerken, Li Wan ve Xifeng masada oturanların arkalarında durup, yemek servisi yapıyorlardı.
Dışarıda başka bir sürü hizmetkâr ve dadı hazır durumda bekliyorsa da yemek boyunca en ufak bir öksürük sesi bile duyulmadı. Yemek büyük bir sessizlik içinde yendi. Hemen sonrasında küçük taslarda çaylar getirildi. Lin ailesi, kızları Daiyu’ye, ölçülü olmanın faydasını ve yemekten hemen sonra içilen çayın sindirim sistemine zarar vereceğini öğretmişti. Ama buradaki âdetlerin kendi evininkinden farklı olduğunu anlayan Daiyu, belli bir ölçüde onlara ayak uydurmak zorunda kaldı. Çayını aldıktan sonra ağız çalkalama tasları tekrar getirildi; diğerlerinin ağızlarını çalkaladıklarını gören Daiyu çayın bunun için olduğunu anlayıp aynısını yaptı. Hepsi ellerini de yıkadıktan sonra, bu defa içmek için bir kez daha çay servisi yapıldı.
“Siz hepiniz gidebilirsiniz.” dedi Büyük Hanımefendi Shi. “Ben torunumla sohbet etmek istiyorum.”
Bayan Wang hemen ayağa fırladı, bir şeyler söyledikten sonra başı çekerek odadan çıktı; Li Wan ve Xifeng da onun arkasından gittiler. Sonra büyükannesi Daiyu’ye hangi kitapları okuduğunu sordu.
“Dört Kitap’a14 yeni başladım.” dedi Daiyu. Sonra kuzenlerinin hangi kitapları okuduklarını sordu.
“Kitap mı dedin!” diye bağırdı Büyük Hanımefendi Shi. “Onlar ancak birkaç kelime biliyorlar, kitap okumaya yetecek kadar değil.”
Daha sözlerini henüz bitirmişti ki dışarıdan ayak sesleri duyuldu. İçeriye giren bir hizmetçi Baoyu’nün geldiğini haber verdi. Daiyu, Baoyu’nün nasıl bir haylaz ve ahmak olduğunu merak ederken genç delikanlı içeri girdi.
Saçına mücevher kakmalı, altın tel işlemeden bir taç, alnına da bir inci için dövüşen iki dragon şeklinde, altın bir bant takmıştı. Üzerine iki farklı renk altından yüzlerce kelebeğin işlendiği ve çiçeklerin serpiştirildiği kırmızı okçu gömleği, rengârenk ipekten, uzun püsküllü bir kuşakla belinden bağlanmıştı. Bunun üzerine de arduvaz mavisi Japon sateninden, sekiz kabartma çiçek demeti işlenmiş, püsküllü bir ceket giymişti. Ayaklarında beyaz, kalın tabanlı, siyah satenden yarım çizme vardı.
Yüzü sonbahar ortası dolunayı kadar parlak; cildi ilkbahar şafağındaki çiçekler gibi taze; şakaklarındaki saçları bıçakla kesilmiş gibi düz; kaşları mürekkeple çizilmiş gibi kara; yanakları şeftali çiçeği gibi kırmızı; gözleri duru havuzlar gibi parlak ve burnu biçimliydi. Öfkeli olduğunda bile gülüyordu sanki kaşlarını çattığı zaman dahi gözlerinde bir sıcaklık vardı.
Boynuna dragona benzer altın bir kolye ve ucunda çok güzel bir taşın sallandığı beş renk ipekten bir şerit takmıştı.
Daiyu onu görünce afalladı.
“Ne kadar da tuhaf!” diye düşündü. “Sanki onu daha önce bir yerde görmüş gibiyim; yüzü bana çok tanıdık geliyor.”
Baoyu doğru büyükannesinin yanına gidip saygıyla eğildi. Yaşlı kadının, “Önce gidip anneni gör, sonra geri gel.” talimatı üzerine hemen dönüp odadan çıktı.
Döndüğünde kıyafetini değiştirmişti. Başının etrafı kırmızı ipekle bağlanmış küçük örgülerle çevriliydi. Bütün örgüler tepede toplanıp simsiyah ve lake gibi parlak, büyük bir örgü yapılmıştı. Başının tepesinden örgünün ucuna kadar, uçlarında sekiz değerli şeyi15 temsil eden altın sarkıtların olduğu dört büyük inci, aralıklı olarak tutturulmuştu. Parlak kırmızı zemin üzerine çiçek işlemeli olan gömleği yeni gibi görünmüyordu. Boynundaki şerit ve değerli taşın yanına bir de üzerinde Kayıtlı Adı yazılı olan kilit şeklinde bir muska ve nazarlık eklenmişti. Alt tarafta, açık yeşil çiçekli satenden pantolonun bir kısmı, kenarları süslü, siyah puanlı çoraplar ve kalın tabanlı, koyu kırmızı ayakkabılar görünüyordu.
Yüzü sanki pudralanmış gibi beyaz, dudakları rujlu gibi kırmızıydı. Bakışları sevgi doluydu. Konuşurken âdeta gülümsüyordu. Ama asıl cazibesi kaşlarının kıvrımındaydı; gözleri bir duygu deryasıyla parıldıyordu. Görüntüsü ne kadar çekici olsa da altında neyin yattığını tahmin etmek hiç de kolay değildi.
Çok sonraları bir şair, Batı Nehri Üzerindeki Ay melodisine yazılan şu dizelerle sanki Baoyu’yü anlatmıştı:
Sık sık arar bulur kendini