Şimdi bir yaz mevsiminin yani ağustosun ortalarındaydı ki Fardiç adındaki âfitâb-zâdenin maiyetinde bulunan kabile sabahleyin ikametgâhlarından ibadetgâhlarına doğru yola düzülmüştü.
Daha kadim zamanların âfitâb-zâdeleri âdeta Azteklerin kral veya imparator hanedanını teşkil etmekte idiyseler de İspanyolların yaklaşmaları sebebiyle bunlar kuzey ve kuzeybatı taraflarına doğru perakende ve perişan bir vaziyette göçmeye mecbur oldukları sırada âfitâbzâdelerden her biri bir aşiretin idaresini ele almış idiler. Bazı kabilelerde bu riyaset asıl âfitâb-zâdelerden olmayanlar eline geçmiş olduğu hâlde; zikredilen unvan bir yönetme unvanı olmak üzere onlara dahi verilmişti. İşte Fardiç de böyle asıl âfitâb-zâde olmadığı ve adi zorbalardan bulunduğu hâlde sadece kabileyi yönettiği için o namı da almıştır.
Bu kabilenin Maradangal adında bir din ulusu daha vardı ki “Zak” adıyla öteden beri zikredilen kabileye ruhani hükümdar sıfatıyla hükmeden kadim bir hanedana mensuptur. Eski zaklar, hiyeroglif hattını okuyarak ve bazı gök cisimleri ile yıldızların hareketlerini hesap ederek onlardan anlamlar çıkardıkları zamanlarda âlim adamlardan sayılıyorlardı. Bunlar eskiden böyle bilgili adamlar iken, kabile halkının o eski kadim medeniyetlerini kaybederek yeniden vahşete uğradıkları sırada zaklar da o eski malumatlarını kaybederek tam bir cehalete dalmışlardır. İşte bizim Maradangal da bunlardan birisiydi. Fardiç, ilk zamanlarda kabilenin idaresini kendi yetkisine geçirince Zak Maradangal ile Fardiç epeyce itişmişlerse de Maradangal kabile halkını kendine uydurmanın mümkün olamayacağını görünce barışmaya mecbur olmuştur.
Aztekler soylu olmayan bir âfitâb-zâde ile bir de zak olmayan birisinin idaresinde bulunmuşken bu şerefin ikisini bir adama verebilirler mi ki Fardiç veyahut Maradangal’dan yalnız birisi katılmadan tam bir idarede bulunabilsin?
Fardiç ve Maradangal’ın sevkiyle zikrettiğimiz mağaralardan kalkıp ibadethaneye doğru giden kabile halkı kadın erkek iki yüz elli kadar nüfus tahmin olunabilirlerdi ki aralarında çocuklar ve pek ihtiyarlar görülüyordu. Bundan da tahmin edileceği üzere işi gücü olan ve yaşlı olan bazı adamlar da mağaralarda kalmıştır.
Malum kafilenin orta yerinde uzun bir sırığa takılmış acayip ve garip bir yük dört kuvvetli adamın omuzları üzerinde götürülüyor idi ki sırığın birer ucu ikişer adamın omuzu üzerine konulmuş bulunduğu hâlde bu dört adam bizim sırık hamalları gibi tam bir intizamla ayak atıyorlardı. Sırığa takılı olan yük bir canlı adamın incecik ve yeşil yapraklı ağaç dallarından yapılmış dar ve uzun tabut gibi bir şey içine yatırılmasıyla teşekkül etmişti ki bu yeşil tabutun baş ve ayak taraflarından ıhlamur dallarıyla sırığa bağlanmış olması âdeta beşik gibi bir şekil oluşturmuştu. Ama içinde yatan adamın beşikte mışıl mışıl uyuyan bir çocuğa benzetilmesi mümkün değildir. Gerçi bunun da elleri, ayakları bağlıysa da başını iki tarafa çevirip gayet ümitsizce olan bir tavırla herkesin yüzüne bakmakta olması ve renginin kül gibi uçmuş bulunması adamcağızın hayır için götürülmediğini pekâlâ gösterebilecek hâllerdendir.
Kafilenin geçtiği yol bundan önce tasvir edilen balta girmedik orman dâhilinde “patika” özelliğine şayan olduğundan şu yol üzerinde bu kafilenin bir hayli zamandan beri gidip gelmekte olduğuna oralarda böyle bir yolun peyda olabilmiş bulunması da delalet eder.
Fardiç ile Maradangal kafilenin ta önünde ve zümrüdi tabut içine yatırılan adamcağız dört hamalın omuzunda olarak kafilenin ta orta yerinde yürüdükleri hâlde hiçbir kimsenin sesi sedası çıkmayıp kafile tam bir sükût ile mesafe katediyordu.
Tabutu götürenler sık sık değiştikleri cihetle bunları dinlendirmek için kafilenin durmasına asla ihtiyaç olmadığından ve vahşiler de yol yürümek konusuna acizliklerini gösterecek adamlar olmadığından kafile saatte yedi sekiz kilometrelik bir hızla yol alıyordu ki mağaralardan hareketlerinin üçüncü saati nihayetinde Missouri Nehri kenarındaki mabede vardılar.
Son kurban olarak orada kesilen adamın kanı kurumaksızın yağmur yağmamış olduğundan mezbaha üzerindeki kanlar kuruyup kesilmiş oldukları gibi iri ağaçlara çakılmış bulunan kafa, kol ve bacaklar da çürüyeceklerine kuruyup pastırma hâlini almışlardı. Dolayısıyla bizim gibi böyle manzaralara alışkın olmayanlar için bunların derileri, etleri çürüyüp saf kemik kalmış olan cesetlerden ziyade, görenleri ürkütecek şeylerden sayılabilirler.
Kabilenin zakı ile âfitâb-zâdesi kabile ortasında bir kadına hitaben:
“Kadagoz! Şu mezbahayı temizlettir.” emrini verdiler.
Kadagoz, diğer kadınlara zikredilen emri bildirdi. Onlar da Missouri Nehri’nden ağaç kovalarıyla su taşıyarak ve tırnaklarıyla taşları kazıyarak mezbahayı temizlemekte olsunlar, biz şu kabile halkıyla tanışıklığımızı biraz daha ileriye götürmeye bakalım.
Fardiç dediğimiz adamın âfitâb-zâde sıfatıyla kabilenin normal lideri; Maradangal dediğimiz adamın da zak sıfatıyla ruhani liderleri olduklarını öğrenmiştik. Bunların “Kadagoz” diye hitap ettikleri kadın ise Fardiç’in karısıdır. Bu kadın, bu sıfatla âdeta şu kabilenin kraliçesi sayılıyordu. Böyle olmakla birlikte vahşiler nezdinde kadın kısmının haysiyet ve itibarı Avrupalılarda olduğu surette olmaması sebebiyle Kadagoz’un kraliçeliği yalnız Fardiç’in karısı olmasından ibaret kalarak hükûmet işlerinde pek de etkisi görülemez.
Bu kabile içinde Fardiç ve Maradangal’dan sonra en nüfuzlu adam Rikalda’dır ki Fardiç’in oğludur. Kadınların da Kadagoz’dan sonra en nüfuzlusu, en itibarlısı Aralda’dır ki Rikalda’nın karısıdır. Maradangal’ın zevcesi geçen sene bizon denilen bir çeşit yaban öküzü avı esnasında can korkusuyla kuduran öküzün boynuzlarına hedef olarak vefat etmiştir ki o zamandan beri Maradangal kendine münasip bir zevce bulup evlenememiştir.
Fardiç ile karısı Kadagoz’dan, Rikalda ile karısı Aralda’dan ve özellikle kabilenin ruhani hükümdarı olan Maradangal’dan sonra bu kabilede Moşamol denilen adam da âdeta Fardiç’in veziri mesabesinde muteber bir kimseydi.
İsimlerini tanıttığımız şu adamların cisimlerini de tanıtmak lüzumu var ise de insanların tenlerinde, tüylerinde renkçe birçok farklar olması ve bu renkler gözlerde dahi onları birbirinden ayırmaya yaradığını belirtelim. Boyların, endamların birbirine uymaması hep Avrupa ahalisinin yekdiğerinden farkına yardımcı olabildikleri hâlde Amerikalıların birbirinden ayırt etmenin öyle pek de kolay olmadığını dikkatli nazarlarınıza özellikle arz edelim.
Amerikalılar birbirine o kadar benzerler ki Avrupalılar için bunları şahsen birbirinden ayırmak ve tanımak hakikaten güçtür. Hatta erkeklerini kadınlarından fark etmek bile hakiki zorluklardandır. Zira okyanus civarındaki Cava tarafları ahalisi gibi bu Amerikalıların da erkeklerinin yüzlerinde tüy tüs pek az olduğundan ve çıkanları da sahipleri yolduklarından kadın ile erkeğin en büyük farkı olan sakal ve bıyık bunlarda yoktur.
Cümlesinin rengi bakır rengine yakın ve kırmızıdır. Göz uçları Çinlilerde olduğu gibi şakaklarına doğru çekik bulunduğundan ve burunları zenci burnuyla Tatar burunları arasında bir şekilde olduğundan ve uzun boy ve iri cüsse cümlesinde görüldüğünden şekil ve suretçe bunlar arasında pek az fark vardı. Saçları genellikle siyah, at kılı gibi sağlam ve parlaktır. Eğer yüzlerini ve vücutlarını iğne ile döğdürüp açılan deliklere mavi ve siyah boyalar sokmak suretiyle farklı şekiller almamış olsalar, bunların acemisi olan gözler için ne karıyı erkekten ne de bir şahsı diğerinden ayırt etmeye hiç imkân bulunamaz.
Başlarına birtakım kuş tüyleri ve kuş kanatları takmak en önemli süslerinden birisidir.