Lakin malum sahilin durumunu tasvir için “vahşet-âbâd” diye tarif etmiş bulunduğumuz tabir acaba yeterli midir? Acaba okuyucularımız bu tabir üzerine gözlerini yumarak şu Missouri Nehri sahillerinin vahşet hâli neden ibaret bulunduğunu hayalleri önünde canlandırmak istedikleri zaman bunda ne dereceye kadar başarılı olabilirler?
Şüphe yok ki oralarda beşerin kudret eliyle yapılabilecek şeylerin tamamını yok farz ederek yalnız tabiatın vücuda getirdiği hâllerin mevcudiyetini hayal ederler. Lakin âcizane olan inancımıza göre hayalin asıl ve en güç kısmı da bundan ibarettir.
Bizim bu taraflarda bazı doğal yerleri izlemek için deniz veya nehir sahillerine, sahra veya dağların içine giderek: “İşte burası doğal hâliyle süslenmiş güzel bir yerdir.” diye seçeceğimiz yerlerin bu hâllerini hayalimizde tutacak olursak Missouri Nehri’nin sahillerini asla zihnimizde bulamayacağımıza emin oluvermeliyiz. “Berr-i Atîk”3 olarak vasıflandırdığımız eski dünyamızın hangi tarafı vardır ki o kadim ve eski olan doğal hâllerini koruyabilmiş olsun? Acaba bir karış yer bulmak mümkün mü? Hayır, bulmak değil, hayal bile etmek imkânsızdır. Eski dünyada hiçbir yer yoktur ki orada insanoğlunun baltası, kazması ve küreği işlememiş olsun.
Eski dünyanın şimdiki hâlinde bize kalan dağlık, ovalık, sahra, çöl ve ormanlık görünen yerlerinde birtakım kale, hisar, mabet ve mezar harabeleriyle birtakım da cetveller, lağımlar ve maden ocakları harabeleri buluyoruz. Bunlar vaktiyle o yerlerin karınca yuvası gibi kalabalık birer insan yuvası olduklarına delalet etmez mi?
Şuradan, Gelibolu boğazından dışarıya çıkıp da gemimizi güney tarafına çevirecek olsak sol tarafımızda bir sahil görürüz ki, kara ile denizin birleştiği yerde bir silsile hâlinde belli bir güzellikte inciler gibi deryaya dizilmiş bulunan çakıl taşları bir nazlı sevgilinin inci dişlerini çağrıştırırlar. Sahilin iç kısımları dümdüz bir ovadır ki yalnız bahar mevsiminde bir miktar çimenle güzelleşerek buraya yaz mevsiminde bakacak olsak gözümüz önünde bir çölden ve tozlu bir düzlükten başka bir şey görünmez. İşte size doğal bir sahra, öyle değil mi? Hâlbuki o sahranın altında kim bilir kaç metre derinliğinde koca bir Truva şehri bulunmaktadır ki Kadim Yunan’ın en güçlü beldesi olarak birçok savaşa şahitlik yapmakla meşhurdur.
Bundan önce Musul şehrinin karşısındaki geniş çölde çadırını kuran Arap, hiç hatırlar mı ki, çadırının altında yirmi metre kadar derinliğinde Ninova namıyla kadim bir başkent defnedilmiştir.
Bir ara Mezopotamya çöllerinde gezerken intizamla açılmış kanallar ve bunların kapılarının harabesini görmekteyiz. Eğer onları görmeyecek olsak, vaktiyle o çölün yekpare bir çiftlik hâlinde bulunduğunu, Dicle ve Fırat nehirlerinin suları bu çölü sulamaya harcandıktan sonra senenin bir kısmında meyve, sebze bahçelerini seyretmeye kabiliyetini kaybettiklerini hayal edebilir miyiz?
Pirene, Alp ve Kafkas gibi sıradağlar içine girerseniz, kendinizi henüz cinler ve insanlar geçmemiş, yılan bağırsağını sürmemiş vahşi bir yerde zannedersiniz. Burada etrafı tetkik ederseniz karşımıza bir hisar harabesi, bir sur kalıntısı, bazı acayip mağaralar, içlerinde çizilmiş acayip resimler, iki ayaktan oluşan ve üstlerine de büyük bir taş konulmuş ve musalla taşına benzeyen birer mabet görürsünüz. Bunları gördüğümüz anda oradan insan geçmemiş olması ihtimali nerelerde kalır ki? Bu gibi eski kadim eserleri Ural bölgesinde, Sibirya dağlarında bile görmekteyiz ki, şimdiki hâlde tamamıyla vahşi olduğuna kanaat edilmek lazım gelen bu yerlerin de vaktiyle ne derecelerde önemli medeniyetleri barındırdıklarını görürsünüz.
Bayındır ve tenha olan yerler sanki dünyanın her tarafında yekdiğerine halef selef gibidirler. Buralar sanki ilahî bir iradeyle zamanına göre bazen insanlığın merkezleri olmuşlar bazen de tenhalaşmışlar. Hz. Nuh’un evlatlarının çoğaldığı yerler Cudi Dağı civarı olduğu hâlde şimdi oralar en tenha mahallerden sayılmaktadır. Hazar Denizi civarındaki Asya kavimleri Amû Nehri’nden Çin’e kadar o geniş sahraya sığamayarak, birbiriyle savaşarak birbirlerini kovalamışlardır. Bunlardan yorgun düştükleri zamanlarda Avrupa kıtası bomboş olduğu için bir kısım kavimler bu taraflara yönelmişler. Asya kavimleri Avrupa’ya doğru yönelince bu defa da oralar tenha yerlere dönüşmüştür. Öyle bir hâle gelmişler ki bu defa da Avrupa ahalisi âdeta kendi memleketlerine sığamamışlar ve soğuk olan memleketlerinden bu memleketlere doğru yönelip oraları sömürge devletleri hâline getirmişlerdir.
Hoş Amerika kıtasının durumu, bu kadim milletler için Asya’dan geri değildir ya! Bizce meselenin bu tarafı hiç olmazsa şimdilik kalsın. Biz sadece bazı şeyleri daha iyi anlamak ve kıyaslamak için hayalen bu memleketlere ve orada yaşayan ahaliye bir göz gezdirdik. Asıl emelimiz ise Missouri Nehri sahilinde vücudunu okuyucularımıza haber verdiğimiz mabedin nasıl bir şey olacağını zihinlerine iyice yerleştirmeleri için bu taraflarda tesadüf ettiğimiz bazı şeyleri anlatmaktan ibaretti.
Hakikaten Missouri Nehri sahilinde geçen ve miladi on sekizinci asrın öncesindeki hâlini şimdiki zihnimizde canlandırabilmek için seyahatnamelerde, resimli coğrafya kitaplarında bulunan yüzlerce resimleri, seyyahların ve coğrafyacıların yazdıkları yüzlerce sayfaları büyük bir dikkat ve itina ile okumak lazım gelmektedir. Bu okumalar neticesinde o yerlerdeki doğal ve vahşi hâllerin, insanı hayrete düşürmemesi mümkün olamaz.
Amerika ahalisinin de vaktiyle Asya’dan göçmüş oldukları, onlar üzerinde yapılan lisan çalışmaları vesaire işaretlerden hareketle bazı teoriler konusunda görüşler bulunmaktadır. Yine bu bilgiler doğru kabul edilirse bu göçün ne zaman gerçekleştiği konusunda da kesin bilgiler henüz yoktur.
İşte bu hikmete dayalıdır ki Amerika kıtasının beşeri medeniyette pek de bir katkılarının olmadığı anlaşılır. Ahalisinin çok eski kavimler gibi ilkel bir hayat yaşadıkları görülmektedir.
Bu hayalimizin bir örneğini okuyucularımıza arz için Avrupalıların “foret vierge” yani bakir orman dedikleri bir ormanı gözümüzün önüne getirelim ki bizde bu ormanı “balta girmedik orman” diye tabir etmek mümkündür. Farz edelim ki ormanımız, bizim ilk seyrettiğimiz ve bu taraflarda da örneklerini gördüğümüz bazı ormanlardan olsun. Hatta mevsim de yaz olduğundan ormanımız yeşil ve yapraklı olsun. Güz mevsiminin gelişi ile bu yapraklar hazana uğrayarak döküldüler. Ormanlarda ağaçlar altına dökülen yapraklar ne olur? Çürür! Öyle değil mi? Hatta bu çürüyen yapraklar ormanın zemini üzerinde az çok kalın bir kabuk oluşturur ki bu tam da saf ve bitkisel bir gübredir. Ya bir ormanda böyle sonbahar mevsimlerinin beş altı bini yekdiğerini takip etmiş olursa ormanın zemininde peyda olması lazım gelen kabuğun kalınlığı ne dereceleri bulmuş olması gerekir?
Hayalimiz bundan da ibaret değildir. Bu henüz bir başlangıçtır. Ağaçların da doğal bir ömrü vardır. Ecelleri geldiğinde vefat ederler. Yani kururlar. Kuruyan ağaçlar biraz zaman yerlerinde dimdik durabilirlerse de bu devam, vefat eden insanların vücutları çürüyünceye kadar tabii şekillerini koruyabilmeleri gibi gayet geçicidirler. Doğan diğer ağaçlar dahi olduğu yerde çürümeye başlar. Nihayet kendi ağırlığına tahammülü kalmayarak devrilir. Hatta insan vesaire hayvanlar gibi ağaçlar için de ecel-i kaza vardır. Yıldırım düşer, devirir. Bora çıkar, devirir. Devrilen ağaçlar diğer birkaçının da devrilmesine sebep olur. Keza insan ve hayvanlarda olduğu gibi ağaçların da yalnız bazı uzuvları kazaya uğrayabilirler. Yaprağının veyahut meyvelerinin ağırlığına ve bazı kış mevsimlerinde dalları üzerinde biriken karların tazyikine tahammül edemeyerek koca koca ağaçların büyük büyük dalları çatır çutur kırılıp indiği nadiren görülen hâllerden değildir.
İşte