“Tabii” tabirine şayan olan bir memleketin işte size yalnız ormanını ve hem de gayet kısa bir surette tasvir ettik. Bu ormanda üç yüz metreye kadar olan uzunluklarından haber verdiğimiz ağaçlardan bazıları kısmen kırılıp diğerlerinin üzerine devrilmesinden ve bunların da bir yandan büyüyüp yükselmesinden dolayı o büyük kırıntıları yukarıya doğru kaldırıp yükselttiklerini ve ağaçların diplerinde biten yaban asması ve sarmaşık cinsinden bitkilerin ta ağaçlar tepesine kadar tırmanarak onları boğduklarını ve tilki, tavşan, kurt, ayı vesaire vahşi hayvanların da kâh bu ağaçların altında, kâh üstlerinde birbirini yemek için koşuştuklarını, kâh bir ağacın geniş kovuğunu kendilerine vatan edindiklerini, vesaireyi ve bu yolda bin türlü olan diğer ahvali de bahsimize katmadık.
Hem dikkat etmelidir ki okuyucularımızın hayallerine havale ettiğimiz şey yalnız ormandan ibarettir. Bu ormanın Missouri Nehri gibi genişliği iki bin metreye yakındır. Uzunluğu da bu genişliğe uygundur. Bu ormanın bir nehir kenarında olması da başkaca bir önem kazanır. Kendi başına kalan bir nehrin acayip ve gariplikleri kendi başına kalan bir ormandan az mıdır? Bu nehir iki sahilinden istediği yerleri oyup, kaldırdığı toprağı diğer istediği yerlere yığmak suretiyle kâh karayı nehir ve kâh nehri kara hâline dönüştürür. Buralarda insan kudreti yok ki kanallarla, rıhtımlarla, setlerle buna belli yön versin. Kâh olur ki ormanın bir tarafından söktüğü birkaç yüz milyon çekilik ahşabı götürüp mecrasının bir tarafına tıkayarak sularını taşırmakla hangi taraftan bir girizgâh bulursa o tarafa doğru yön alır. Bu hâlde birkaç bin dönümlük yerlerde göllerin oluşmasıyla bir yandan dahi kendisine uygun bir güzergâh bulmak için bir taraflara yönelip gider. Nihayet aradığı mecraları bulur ki, böyle doğal nehirlerin ne gibi şekiller oluşturacağı da tefekküre muhtaç kalır.
Ümit ederiz ki buraya kadar yürüttüğümüz tasvirler bize gösterdi ki, insan elinin çok karıştığı ve işlettiği eski dünya ile insanlığın yaratılmasından beri tabii hâlde bırakılmış olan ve insan elinin pek değmediği Amerika kıtası arasında nasıl bir fark aranmak lazım geleceğini okuyucularımız az çok tahmin etmişlerdir.
Bu tasvirimiz beyhude bir şeydir diye eleştirilmesin. İddia ederiz ki Osmanlı yazarları şimdiye kadar kendi okuyucularının nazarıdikkatlerini bu fark üzerine asla celp etmemiştir. İlk defa olmak üzere bu hizmeti yine bu aciz ifa ediyor. Tarih olsun, roman olsun, bir vakadan bahsedileceği zaman onun vuku bulduğu mekân tayin ve tarif edilmezse eksik kalmış olur.
2
Missouri Nehri, yaklaşık kırk beş derecelik kapsadığı alanla, batıdan yüz on iki derece uzunluğundadır. Bu nehir, Rhoches denilen dağlardan çıkan ve Jefferson, Madison ve Galatien adındaki üç küçük nehrin birleşmesinden oluşmuştur. Büyük şelaleler oluşturarak güneye doğru cereyandan sonra şark tarafına yönelerek sonradan da büyük bir kavisle güneye ve ondan sonra güneydoğuya doğru akmaya devam eder. Oradan da otuz üç derece genişlikte ve elli iki derece uzunluğunda olan Mississippi Nehri’ne karışır ki, zikredilen Mississippi Nehri kendisinden daha küçük olduğu hâlde onu dünyanın en büyük nehirlerinden birisi olmak şerefine nail eder. Mississipi’ye karıştığı yerden, yani şimdiki Saint Loui şehrinden başka dört bin kilometrelik büyük bir mesafeyle, âdeta büyük gemilerin seyahat seyirlerine müsait hâle gelir.
Bu nehir, gayet iri ağaçları getirmek ve bu ağaçların birtakımı da nehrin yatağında saplanıp kalması ve kenarları da şiddetli akıntıların oymasından ve pek çok yerlerde sık sık kenarları da uçurum olduğundan, üzerinde gezen gemileri en fazla tehlikeye maruz bırakan nehirlerdendir. Dolayısıyla miladi 1806 senesine kadar malum nehir boylu boyuna ve tamamıyla keşfedilememiş iken malum senede, Levi ve Clark namındaki kâşiflerin himmetiyle keşfedilmiştir.
Missouri’nin keşfinde vukua gelen işbu gecikmeler oraların gelişmesini de geciktirmiştir. Buralarda hem denizden hem de karadan seyahat etmek zor olduğundan Avrupalılar buralara geç ulaşmışlardır. İşin bu kısmı bir taraftan iyi olmuştur. Zira nehir yoluyla seyahat mümkün olamadığı gibi karadan da balta girmedik ormanların olması buraları bakir bırakmıştır. Avrupalılar erken girdikleri yerlerde tabiatı ve oradaki insanları tahrip ettiklerinden tabiat araştırmacıları için kötü olmuştur. İşte buralara girmek zor olduğu için Avrupalı araştırmacılar oralarda bakir olan etnografik ve filolojik zemin bulmuşlardır. Yoksa Kristof Kolomb tarafından ilk keşfedildiği zaman Avrupalılar oralara girmiş olsalardı bu yerler ve orada yaşayan insanlarla ilgili bilgiler çok eksik kalacaktı. Çünkü buralar incelenmeden Avrupalılar oraları da mahvedeceklerdi.
Zikrettiğimiz 1806 senesinden yirmi sene kadar önce, Iowa denilen ve Amerika Birleşik Devletleri’nden birisini teşkil eden ve onun kuzeybatısında yer alan topraklar henüz Avrupalılar tarafından istila edilmemişti. Burada çok eski ve kadim bir kavim oturuyordu ki, bunlar Aztek denilen ve Meksika taraflarının en eski ve kadim medeniyetlerini oluşturan bir kavmin bakiyesi olan insanlardan oluşuyordu.
Bu ahaliyi “eski ve kadim bir medeniyet” diye nitelendirmemiz garipsenmemelidir. Meksika tarafları Avrupalılar tarafından keşfedildiği zaman oralarda birtakım medeni eserler görülmüştür ki bunlar çağdaşlarını öyle hayvanlar derecesine düşürüp vahşilikle mahkûm ettiremezler. Buralarda yaşayan insanlar çok önceki tarihlerde geçimlerini sağlamak için ileri bir medeniyet oluşturduklarını ortaya çıkan eserlerden anlaşılıyor. Gök cisimleri ve yıldızlara dair resimler, harflere benzeyen şekiller buralarda eski Mısır’a yakın bir medeniyetin oluştuğunu göstermektedir. Ziraata dair kalıntılar bunların bu alanlarda da gelişme gösterdiğini kanıtlamaktadır. Mimari konusunun geliştiği de bazı şekillerden anlaşılmakta ve bunların bu alandaki bilgileri eski Yunan ve Mısır derecesinde olmasa da birçok medeniyetten daha ileri olduğu anlaşılmaktadır. Yaptıkları mabetler ve mezarlar da bu halkın medeniyet konusunda ileri olduğunu göstermektedir. Resim konusunun geliştiği de kullandıkları renk ve şekillerden anlaşılmaktadır. Bazı madenleri işlemekte, eritmekte maharet kazandıkları ise, yapmış oldukları silahlardan anlaşılmaktadır. Bunlar eski medeniyetlerin çakmak taşı devrinde görülen seviyeleri şöyle dursun pirinç ve tunç devrinden bile ileridedirler. Bu halkın şu derecelerdeki ilerlemelerinin başlangıcı o kadar eski de değildir. Avrupa araştırmacılarına göre Meksikalıların ilerlemeleri Hz. İsa’nın doğumundan sonra sekizinci asırda başlamıştır. Asıl gelişme ise ziraat konusunda olmuştur. Burada yaşayan ahaliyi “zak” adıyla meşhur olmuş adamlar, onların hem din uluları sayılmış hem de devlet başkanları olmuştur. Zakların hüküm sürdükleri yerler daha çok dağlık memleketlerdi. “âfitâb-zâde”4 denilen asıl prensler ise bazı vadilerde ve ovalarda halk üzerinde hüküm sürerlermiş.
Miladın on dördüncü asrında şu Meksika’nın medeni ve kadim kavmi kendi bölgelerinde birleşerek hüküm sürmüşlerdir. Bu bölgelerde yaşayan ve fazla medenileşmemiş diğer kavimleri de kendilerine katarak onlara da öncülük etmişler. İspanyollar ilk defa olmak üzere Amerika’nın bu taraflarına varmaya başladıkları zaman Monte Zoma adındaki kralları o zamanlarca hemen İspanya krallığından daha geniş bir memlekette daha ziyade istiklal ve şerefle hükûmet etmekte bulunmuştu.