“Her zamanki gibi hasar mı gideriyorsun Jo? Giysilerin paçavraya dönüşmeden hiç yumuşak ve nazik şekilde dans edememişsindir. Hadi gel beraber sessiz sakin bir yürüyüş yapalım, akşam yemeğinde de yatışmış olursun. Sana birkaç tane çok hoş tablo göstermek istiyorum. Bu arada Meg de peltek konuşan Bayan Carr’ın hevesle anlattıklarını dinliyor. Neyse ki bir ara sohbet etmesi için Demi’yi yanına göndermiştim.”
Aralarında laflarken Laurie, Jo’yu müzik odasına doğru yönlendirdi. Genç erkek ve kızlar artık bahçeye ve kabul salonuna geçtiklerinden dans odası neredeyse boş sayılırdı. Oldukça geniş bir verandaya açılan dört büyük pencerenin ilkinin önünde durdular. Laurie dışarıdaki bir gruba işaret etti. “Bunun adı Jack Ashore.” diyordu içlerinden bir tanesi.
Altta bağcıksız gece ayakkabılarıyla mavi pantolon giymiş bir çift uzun bacak, sarmaşıkların arasında verandanın çatısında asılı duruyordu. Belli ki sözü geçen bacaklarla ilgisi olan ve görülmemiş eller tarafından toplanmış güller, aşağıdaki tırabzana bembeyaz kuş sürüsü gibi tünemiş birkaç genç kızın kucağına atılıyordu. O sırada “kayan yıldız gibi” bir erkek sesi üzücü bir şarkıyı oldukça değerbilir bir dinleyici topluluğuna söylüyordu:
Doğudaki tepeye ay tırmanıyordu,
Dee’nin kumları arasından yükseliyordu,
Ve dağın zirvesinden sızıyordu,
Kulelerin ve ağaçların üzerinden gümüş bir ışık,
Mary onu uyuması için bıraktığında
Aklı denizlere açılmış Sandy’deydi.
Yumuşak ve alçak bir ses duymuştu,
Mary benim için artık ağlama, diyordu.
Yastığından yavaşça kafasını kaldırdı,
Kimin olabileceğini görmek için,
Karşısında Sandy duruyordu, titriyordu
Yüzü solmuş boş boş bakıyordu.
Ah, Mary sevgilim, vücudum soğuk;
Fırtınalı denizlerin dibinde yatıyor;
Uzak, çok uzaklarda senden, ahiret yolculuğundayım.
Sevgili Mary, benim için artık ağlama.
Üç fırtınalı gece ve üç fırtınalı gün
Öfkeden kudurmuş okyanusta debelendik.
Gemimizi kurtarmak için çok çabaladık;
Ama tüm bu çaba boşunaydı.
O anlarda bile terör içime işlediğinde,
Kalbim yine sana olan sevgimle doluydu.
Fırtına dindi, ben de huzura kavuştum.
O yüzden Mary, benim için artık ağlama.
Ah masum sevgilim, kendini hazırla;
O kıyıda pek yakında yine karşılaşacağız
Aşkın, dert ve tasadan uzak, özgür olduğu yerde,
Ve biz bir daha hiç ayrılmayacağız.
Horoz çok sesli öttü, gölge de hemen yok oldu;
Sandy’i bir daha hiç göremedi;
Ama ayrılırken o ruh sessizce fısıldadı,
Sevgili Mary, benim için artık ağlama.
“O çocuğun sürekli eğlence peşinde olması, onun için bir servet değerinde. Böylesine neşeli bir ruh hâliyle hayatı boyunca ayakta kalabilecek bir yapıya sahip.” dedi Bayan Jo. O sırada söylenen şarkı sona erdiğinde büyük bir alkış koparak gülleri geriye attılar.
“Aynen öyle. Tanrı’nın bir lütfu bu, minnettar olmalıyız, öyle değil mi? Bizim gibi değişken ruh hâli olan insanlar onun değerini iyi bilir. Sana gösterdiğim ilk tabloyu beğenmene sevindim. Gel de ikinciye bir göz at. Umarım berbat edilmemiştir. Biraz önce gayet iyi durumdaydı. Burada Othello başından geçen maceralarını Desdemona’ya anlatıyor.”
İkinci perde resmedilmeye değer üç kişilik bir grubu çerçeve içine almıştı. Bay March bir koltuğa oturmuş, hemen ayaklarının dibinde bir minderin üzerine yerleşmiş olan Bess ile Dan’i dinliyordu. O sırada Dan ise bir sütuna yaslanmış abartılı hareketlerle onlara bir şeyler anlatıyordu. Yaşlı adam gölgede kalmıştı ama küçük Desdemona, genç Othello’nun yüzüne doğru yukarı baktığında ay ışığı, olduğu gibi kızın üzerine düşmüştü. Erkeğin anlattığı hikâyenin etkisinde olduğu besbelliydi. Dan’in omzundaki canlı renklerden oluşan kumaş, koyu teni ve el kol hareketleri çok etkileyici bir tablo oluşturuyordu. Her iki dinleyici sessizlik içinde büyük bir memnuniyetle onu dinliyordu, ta ki Bayan Jo o anda fısıltıyla hızlıca bir şeyler söyleyene kadar.
“Dan’in buralardan gidiyor olmasına mutluyum. Bu kadar romantik kızların arasında olmak için biraz fazla ilginç biri. Korkarım onun ‘tantanalı, kasvetli ve tuhaf’ tarzı, bizim basit düşünen kızlarımız için biraz abartılı.”
“Korkacak bir şey yok. Dan işlenmemiş bir cevher gibi ve sanırım hep de öyle kalacak, gerçi birçok yönden gelişme gösteriyor. Kraliçemiz o loş ışıkta ne kadar da hoş görünüyor!”
“Bizim sevimli altın sarısı saçlımız nerede olursa hoş görünür.” Ve Bayan Jo gurur ve şefkat dolu bir bakışla arkaya doğru bakarken sözlerine devam etti. Ne var ki uzun zaman sonra bile bu sahne ve öngörülü sözleri hep aklında kalacaktı.
İlk bakışta üç numaranın trajik bir tablo görünümünde olduğu belliydi, Bay Laurie kahkahasını bastırarak “Yaralı Silahşor!” dedi fısıltıyla kafası büyük bir mendille sarılı olan Tom’a işaret ederek. Büyük bir beceriyle avuç içinden bir diken ya da bir kıymık çıkarmaya çalışan Nan’in önünde eğilmişti. Hastanın yüz ifadesine bakacak olursanız oldukça keyifli olduğu çıkarımında bulunabilirdiniz.
“Acıtıyor muyum?” diye sordu Nan, daha iyi görebilmek için elini ay ışığına doğru döndürerek.
“Zerre kadar acımıyor, sen devam et, hoşuma gidiyor.” diye cevap verdi Tom, ağrıyan dizlerine ve en iyi pantolonuna verilen zarara rağmen.
“Seni uzun tutmayacağım.”
“Saatlerce sürsün, lütfen. Hiç burada olduğum kadar mutlu olmamıştım.”
Bu ince sözlerden hiç etkilenmeyerek Nan büyük ve yuvarlak camlı gözlüklerini takarak soğukkanlı bir ses tonuyla, “Şimdi görüyorum onu. Sadece bir kıymık. Tamamdır. Hallettim.”
“Elim kanıyor, yaramı sarmayacak mısın?” diye sordu Tom süreyi uzatmayı ümit ederek.
“Saçmalama, biraz em onu. Eğer yara derinleşirse yarın icabına bakarsın. Daha önceki gibi bir daha kan zehirlenmesini yaşamak istemeyiz.”
“Bana bir tek o zaman merhametli davranmıştın. Keşke kolumu kaybetseydim.”
“Keşke kafanı kaybetsen, hiç bu kadar terebentin ve parafin kokusunu duymamıştım. Ne olur biraz bahçe içinde koşturup biraz hava alır mısın?”
Şövalyenin umutsuzluğa düşerek oradan uzaklaşmasının ve Leydi’nin de ferahlamak için burnunu uzun bir zambak kabına gömmesinin ardından duygularını kahkahalarla açığa vurmaktan korkan izleyiciler yollarına devam ettiler.
“Zavallı Tom, zor bir