Harem ağalarının yanlarındaki baltacı, şatır, yamak gibi uşaklar, ilk lahzada bıçaklarına el atar gibi olmuşlardı. Lakin Kara Mehmet’in sipahi kılığında olması, Deli Murat’ın da yarı çıplak kolunda hem levent hem yeniçeri dövmesi bulunması kendilerini saldırmaktan alıkoymuştu. O devirde sipahilere, yeniçerilere ulu orta el kaldırılamazdı. Padişahlar bile her iki zümre mensuplarından cezalandırmak istedikleri kimseleri kendi zabitleri vasıtasıyla hapse attırırlar yahut boğdururlardı.
Aynı zamanda bu uşaklar, harem ağalarından birinin sillelenmesinden ve birinin korkuya düşürülüp paçavraya çevrilmesinden için için haz alıyorlardı. Çünkü onların densizliklerinden, ahmakça çalımlarından, dillerindeki gemsiz küstahlıktan canları yanıktı. Bütün bunlara Deli Murat’la Kara Mehmet’in kolay yenilir insanlar olmadığını anlamak da katılınca bıçaklara atılmış olan ellerin hareketsiz kalışı tabii görülmek lazım gelir.
Fakat vaziyet harem ağaları için çok acıklı idi. Ağzı burnu kanaya kanaya atının ayağı dibinde upuzun yatmakta olan adam kadar öbürü de etrafa tebessümlü bir acınış telkin ediyordu. Biraz önce onları yarı mabut kudretinde görerek rükûlar, sücutlar içinde uğurlamaya koşanlar şimdi bıyık altından gülüyorlardı, Esirhanenin avluya bakan pencerelerinde kavsikuzahlar açılmıştı, renk renk kızlar manzarayı seyredip fıkırdıyorlardı.
İşte bu sırada Kara Mehmet araya girdi, atlı harem ağasına yanaştı.
“Hoş görün ağa…” dedi. “Bu işi. Siz saraylılar bizim dilimizi bilmezsiniz, biz taşra halkı sizin dilinizi anlamayız. Onun için ayda, yılda bir karşılaşırsak dalaşırız, birbirimizi incitiriz. Görüşmemiş olalım, tatlı tatlı ayrılalım. Sizin için de bizim için de hayır bundadır.”
Ve sonra eğildi, yerdeki harem ağasını şal kuşağından yakaladı, kara kıldan örülme bir çuval tutuyormuş gibi tek eliyle kaldırdı, atına bindirdi.
“Haydi!..” dedi. “Uğurlar olsun. Âdemoğulları için dövmek de vardır, dövülmek de. Bugün senin bahtına tokat yemek çıktı. Hoş bir şey değil amma suç senin. Sövmeyeydin, bu hâle gelmeyeydin.”
Yeni bir münakaşanın yeni bir dayakla neticeleneceğini, bu dev yapılı adamlarla başa çıkamayacaklarını çoktan anlamış bulunan ağalar ağızlarını açmadılar, uzun boylarını boyunlarının büklümü içinde kısaltarak atlarını sürdüler, hünkâra dert yanıp gördükleri hakaretin öcünü almak ümidi içinde oradan uzaklaştılar.
Şimdi esirhane emini, bütün adamlarıyla, Deli Murat’ın ve Kara Mehmet’in önünde eğiliyordu, dalkavukluğa girişerek yapılan işin yerinde olduğunu söylüyordu. Esirciler de saray adamlarını silleleyen yiğitleri korka korka süzüyorlardı. Çünkü onların alışveriş yapmaya kalkışmaları hâlinde çetin bir maslahatla karşılaşmış olacaklarını sezinsiyorlardı. Fakat iki yiğit dosta hakiki numaralarını verenler, pencerelere yığılan esir kızlardı. Onlar, harem ağasını bir sillede al kana boyayıp yere düşüren Deli Murat’ın pençesinde ve bu sillelenmiş iri boy Arap’ı tek eliyle kaldırıp at üstüne atan Kara Mehmet’in bileğinde yüreklerini hoplatan bir şey, bir cazibe, bir büyü görüyorlardı ve heyecan içinde titreşiyorlardı.
Hiddet buhranından yavaş yavaş kurtulan Deli Murat, kendilerini alkışlayıp duran esirhane eminini terslemekte gecikmedi:
“Ağa…” dedi. “Biz buraya ne harem ağası dövmeğe ne seni dinlemeye geldik. Biz alışveriş yapacağız.”
Ağa, sert söylenen bu sözler üzerine esircilerin en ileri gelenlerini yanına çağırdı, emir verdi:
“Şahbazları yukarı çıkarın, bütün kızları gösterin. İnşallah hoşlarına gidecek mal bulurlar da eli boş dönmezler. Böyle yiğit müşterilerin gönüllerini hoş etmek borcumuzdur. Haydi yürüyün, gözünüzü dört açın.”
Esir alışverişi hiçbir aksataya benzemez. Bu alıp satma sahnesinde müşteri -ekseriya- şehvettir, hayvani ihtiraslardır. Satılan meta ise öldürülmüş irade, susturulmuş gönül, unutturulmuş hürriyet ve -hepsinden acıklısı- güzelliktir, gençliktir, ettir!.. Şahlanmış hülyalarla esir pazarına gelen şehvet, kızıl ve kıpkızıl iştiha hâlinde harekete geçer, önüne serilen saçları tel tel muayene eder, keyfine bırakılan beyaz, esmer; zayıf, tombul; körpe, olgun etleri mıncıklar, okşar ve o saçların omuzlarda dalgalanışı, o etlerin yürüyüş vaziyetindeki biçimlerini uzun uzun tetkik eder. Sonunda ya hoşnut kalarak sırıtır, bir avuç altın kusarak et kümelerinden birini kucaklar, inine götürür. Yahut homurdanarak döner.
Satılan kızların, kadınların kasap dükkânındaki gövdelerden farkı, sadece canlı olmaktan ibarettir. Yoksa bu metaların da o gövdeler gibi örtüleri deridir ve her yanları açıktır. Çünkü bir kuzu gövdesi nasıl başından kuyruğuna kadar görülmek lazımsa bir esir vücudu da öyle gözden geçirilmek icap eder. Kesilmiş bir kuzuda hoşa gitmeyecek parçalar bulunduğu gibi satılık bir kadında da meşrebe ve zevke göre çirkin görünecek yerler bulunabilir. Bu sebeple esir, yalnız derisiyle teşhir olunur ve müşteri onun benlerini sayar, kalçalarını ölçer, bütün uzviyeti üzerinde arzularını dolaştırır. Esir, canlı bir manken gibi -verilen emirlere uyarak- diz çöker, yan yatar, yüzükoyun uzanır, iki büklüm durur, yürür, oturur, dişlerini göstermek için güler. Yalnız ağlayamaz. Çünkü ağlarsa mal sahibini kızdıracağını ve çıplak sırtına kamçı ineceğini bilir.
Müşteri eti beğenince kasabın vazifesi parayı almak ve eti satmaktır. Et, kendine açılan ağza karşı bir şey söyleyemez, mukadder olan akıbetine doğru sürüklenip gider. Esir kızlar da öyledir. Kendilerini alan adamların ne yaşıyla ne kılığıyla alakalanamaz, koyun budu sessizliğiyle müşterisine mal olur.
İşte Deli Murat, Kara Mehmet böyle bir alışveriş sahnesine gidiyorlardı. Fakat onların han avlusunda bir hadise çıkarmış; saray adamlarını hırpalamış olmaları, kendilerine başka müşterilerden farklı bir mevki temin etmişti. Vakıayı pencereden seyretmiş olan esir kızların hepsinde bu iki yiğit adama karşı bir ilgi seziliyordu. Kuvvet, esir kadın kalbini de heyecanlandırır. O kalp, hissetmekten menedilmiş olsa bile yerinde duyar, çarpar. Esir pazarındaki küme küme kızların kalbi de beş on dakikadan beri hızlı hızlı atıyordu ve bu çırpınış, gamlı gözlere garip bir cila getiriyordu.
Mallarını teşhir için Deli Murat’la Kara Mehmet’in yanına katılan esirciler, ilkin dehlizlerdeki düşük kıymetli kızları sıraladılar, usulü dairesinde yürüterek, oturtarak ve terbiyeleri hakkında malumat vererek müşterilerin dikkatini uyandırmaya çalıştılar. Muhtelif milletlere mensup olan bu kızların çoğu kusurlu olup içlerinde göze hoş görünebilenleri de yaşça geçkindi ve hemen hepsi mutfakta çalıştırılabilecek takımdandı.
Arkadaşından daha hararetli görünen Deli Murat, kısa bir temaşadan sonra yüzünü ekşitti.
“Bunlar…” dedi. “Züyuf akçe. Bizim keseye elvermez. Biz ayarı düzgün altın arıyoruz.”
Esirciler, kötü malları sürememekten doğma hoşnutsuzluklarını riyalı tebessümlerle örtmeye çalışarak öne düştüler, iki arkadaşı oda oda gezdirmeye başladılar. Her odada Avrupa’nın, Asya’nın, Afrika’nın muhtelif ülkelerinden derlenmiş düzinelerle kızlar bulunuyordu. Hepsi yarı çıplak yaşatılan bu zavallılar, müşterilerin odaya girmesiyle beraber üstlerindeki örtüyü atıyorlar, boy sırasıyla bir yana diziliyorlar ve sahiplerinin işaretini alır almaz öğrendikleri şeyleri bir makine düzeniyle yapmaya koyuluyorlardı.
Deli Murat, renk renk kumaş arasından nefis bir parça seçmeye çalışan,