O, başını salladı:
“Seninki kadar değil. Bir donanmayı tek bir gülle ile ateşe vermek nerede, bir kale bedenine üçüncü olarak çıkmak nerede?”
“Hayır. Senin yaptığın iş daha büyük. Çünkü ben karadan gülle savurdum. Sen, gülleler, kurşunlar içinde yürüyerek o işi yaptın.”
İkisi de yiğitlikte üstünlük şerefini birbirine bağışlamak istiyordu. Çünkü ikisi de Türk’tü, bir faziletin hakkını vermeyi bu haysiyetle borç tanıyorlardı. Yaşça biraz daha ileri olan Deli Murat, arkadaşının alçak gönüllülükte ayak dirediğini görünce sertlendi:
“Boş lafı koy be adam!” dedi. “İki kere iki beş etmez. Sen, Kumkale’den o mübarek gülleyi savurup da Venedik donanmasını tutuşturmasaydın İstanbul elden giderdi. Biz Uyvar’ı almasak ne olurdu?..”
Ve dostunu şu hükümle susturduğundan ileri gelme bir gülüş içinde pos bıyıklarını büktü:
“Hikâyeye de…” dedi. “Apdest verdirme. Sözümü bitireyim ki meramımı açığa vurmaya aman bulayım. Nerede kaldıktı? Ha… Uyvar Kalesi’ne çıktığımı söylüyordum, değil mi?.. Evet. Abbas’tan, onun izinde yükselen yeniçeriden sonra kale bedenine ben bayrak diktim.7 Asker de ardımdan harıl harıl tırmanıyordu. Düşman, bu yükselen akın üzerine teslim işareti çekti, Uyvar bizim oldu. Ben, yaptığım işin içime verdiği sarhoşluğu gidermeden bir çavuş geldi, sadrazamın beni istediğini söyledi. Bir merdivene çıkar gibi hiç güçlük sezinsemeyerek tırmandığım kaleden dik ve kaygan bir bayır iner gibi sendeleye sendeleye indim, serdarın otağına gittim. Genç vezir, Uyvar’daki Macar kilisesinin hünkâr, Nemse kilisesinin valide sultan, Tot kilisesinin de haseki sultan adına mescide çevrilmesi için emir veriyordu. Kendisini selamladım, durdum. Yeniçeri ağasına, defterdara, vezirlere diyeceklerini bitirdikten sonra yüzünü bana çevirdi.
‘Kaleye…’ dedi. ‘ilkin kim çıktı?’
‘Erzurumlu Abbas!’
‘Öyle ise turnayı gözünden o vurdu, elli akçelik sipahi tımarını da o kazandı. Sen yaya kaldın Deli Mehmet. Bu geriliği örtbas etmek için hemen tabanları yala, Erdel yoluna koş. Kralla buluş, yüreğini hoplatmadan herifi buraya getir.’
Otağdan utana utana çıktım. Kaleye bayrak dikişte üçüncü kalışımdan enikonu utanıyordum, bir suç işlemiş gibi sıkılıyordum. Ardımdan bir vezir ağası yetişti. Bir bohça kumaşla üç yüz altın getirdi.
‘Devletlü vezir…’ dedi. ‘selam ediyor. Bunları gönderiyor, Önümüzde alınacak kale çoktur, gam yemesin, elbette birinden birine ilk bayrağı Deli Murat diker! buyuruyor.’
Bu söz utancımı giderdi, kumaşı çadırımda bıraktım, altınları koynuma koydum, atlanıp yola düzüldüm, üç gün sonra Kral Apafi ile karşılaştım. Yanında beş bin kadanalı Saz Macarı, beş bin Sikel atlısı, üç bin Haydoşak süvarisi vardı. Erdel’deki yedi yüz elli altı pare kalenin hâkimi de dev gibi kadanalara binmişlerdi, kralın ardında yürüyorlardı. Kral, sarayda gördüğüm çulsuz adam değildi, başkalaşmıştı. Tepeden tırnağa kadar gök demir içindeydi. Kâkülleri dağınık beş yüz genç uşağın ortasında at sürüyordu. Satırları, tüfekçileri, mataracıları öndeydi. Mehterhanesi de durmadan ötüyordu.
Kral beni görünce babasına kavuşan hasretli bir çocuk gibi sevindi, oğlancıklarını bir yana çektirdi, mehterhanesini susturdu, at üstünden elini uzatıp elime yapıştı, tercüman ağzıyla yanık yanık sordu:
‘Nasıl, şartın şart değil mi?.. Kılıma zarar gelirse karıların boş olacak.’
Güldüm:
‘Üçten dokuza, hatta doksan dokuza kadar şart olsun. Güler yüzden, tatlı dilden gayri bir şey görmeyeceksin!’
Benim bu sözüm üzerine gözleri parladı, yüzü açıldı ve beni sağına alarak yürüyüş emri verdi. Konuşa konuşa, gülüşe gülüşe konakları aştık, Uyvar önünde bizim orduya ulaştık. Biz gelinceye kadar Eflak beyi, Boğdan beyi, Kırım hanının oğlu da gelmişlermiş. O iki beyle divan çavuşları krala karşı çıktılar, hazırlanan otağa götürdüler, konuk ettiler. Ertesi gün sadrazam, alay kurdurdu. Bütün konukları huzuruna getirtti.
Ben, aldığım emre uyup sadrazam otağının bir köşesinde duruyordum. Bütün töreni gözümle gördüm. Şimdi de gözümü kapayınca o günkü işler beynimde canlanıyor, yüreğime çarpıntı geliyor. Neydi o azamet, neydi o kudret! Ben Türklüğün bir cihan, nurdan bir cihan olduğunu o gün anlamıştım.”
Deli Murat, gerçekten heyecan içindeydi. Sekiz yıl önce gördüğü muhteşem sahneleri hatırlamak onun kanına ateş, gözlerine kıvılcımlı bir ışık, diline tatlı bir tutukluk getirmiş gibiydi. Söyleyemiyordu. Kelimelerden çok beliğ bir sükût içinde kıvranıyordu.
Aynı heyecana kapılan Kara Mehmet’in yalvaran bir sesle “Sonra?” demesi üzerine şöyle bir silkindi:
“Evet!” dedi. “O gün yepyeni bir imana erdim, Türk’ün yeryüzünde en üstün bir varlık olduğuna inandım.”
“Nasıl?”
“Acele etme yoldaş, sabırlı ol! Kendimi bir iyi toplayayım da anlatayım: İlkin otağa Kırım Şehzadesi Ahmet Giray girdi. O kırk bin Tatar’la ve yüz elli bin yedek atla ordugâha gelmişti. On beş yaşında ya vardı ya yoktu. Fakat yetişkindi, genç irisiydi. Sırmalı kadife giyinmişti, elmaslı kılıç kuşanmıştı. Otağa girer girmez eğildi, veziri selamladı, üç adım sonra bir daha ve üç adım sonunda bir daha iki büklüm olup selamını tazeledi.”
“Vezir ne yapıyordu?”
“Onun sarığı gözlerine kadar inmişti, arkasına giydiği kürkün kalkık yakası yüzünü yarı örtüyordu. Ayaklarını birbiri üzerine atarak oturuyordu, iki eliyle dizlerini tutuyordu. Elleri o kadar sıkı bağlıydı ki mıhlanmış sanılırdı. Ne kımıldıyordu ne ayrılıyordu. Kırım şehzadesine derin derin baktıktan sonra gözlerini süzdü, ‘Hoş geldin buyur otur.’ dedi, sağındaki sandalyeyi gösterdi. Ahmet Giray, hemen yere kapaklandı, vezirin eteğini öptü, gösterilen yere ilişti, iki dakika sonra otağa Erdel Kralı Apafi girdi, eşikte beni görünce sevinir gibi oldu, gözleriyle şartımı hatırlatmaya çalıştı. Ben de başımı yavaşça salladım, korkmamasını anlattım. O, benim verdiğim yürek pekliğiyle ilerledi, dizüstü çökerek ipekli halıyı öpüp kalktı. Her üç adımda bu işi yaparak yürüdü, sadrazamın önüne gelince gene yere kapandı, vezirin sağ ve sol ayaklarını, eteğini ayrı ayrı öptü, geri geri çekildi, el pençe divan durdu, beklemeye koyuldu.
Fazıl Ahmet Paşa, gene eski durumdaydı. Ne başını kımıldatıyordu ne dizlerine kilitlediği ellerini kıpırdatıyordu, ben için için titriyordum. Bu azamet, bu kudret gözlerimi kamaştırmıştı. Ayakta duran krala baktıkça bütün Erdel ülkesi dağıyla, taşıyla, bağıyla, bahçesiyle, yirmi kere yüz bin halkıyla küçülüp küçülüp gelmiş, şu otağa girmiş ve köle biçimine bürünmüş sanıyordum. Yirmi kere yüz bin insan bu kralın ayağını öpüyordu, yedi yüz altmış kalede onun bayrağı sallanıyordu, binlerce kişilik ordu onun emri altında bulunuyordu. O bir kraldı, fermanlar çıkarıyordu, kelleler düşürüyordu ve her dileğini yaptırabiliyordu. Fakat burada bir hiçti, bir Türk vezirinin işte ayağını öpüyordu.
Bunu görmek, bunu sezmek beni titretiyordu, içimi altüst ediyordu. Hayran hayran vezire bakıyordum. Boyca, bosça benden çok aşağı olan genç Köprülü şimdi gözüme Erciyes Dağı gibi heybetli görünüyordu. O ince muslin sarık,