İmam gülümserse cemaat kahkaha ile güler, derler. Hünkârlarla vezirlerin, büyük hocaların esirlere saygı göstermesinden örnek alan halk da o yola döküldüğünden ve bir çizmeye esir alınıp satılmak derecesinde ucuz devirler görüldüğünden Türk ilinin her köşesi esirle dolmuş gibiydi. Günde bir akçe kazancı olanlar bile evinde esir bulundurabiliyordu.
Bu vaziyetten esircilik sanatı, esir pazarları ve esirhane eminliği çıktı. İlk fütuhat çağları kapanıp esir fiyatları yükseldikten sonra ise o sanat inceleşti, o pazarların kıymeti çoğaldı ve esirhane eminliği mühim bir vazife oldu. Artık “meta” azdı, rağbet çoktu. Vaktiyle bir çizmeye alınabilen kızlar, şimdi üç yüz altına satılıyordu. Fakat alışverişte kesat değil, inkişaf görülüyordu. Gene herkes, satıp savıp bir halayık almaya çalışıyordu. Çünkü bu iş, içtimai zaruretler hâline girmişti.
İşte Serçeşme Deli Murat’la Sipahi Kara Mehmet’in evlenmeye karar verdikleri ve birer kız satın almayı tasarladıkları sırada esir hanı böyle bir ehemmiyet taşıyordu. Bu han üç yüz odalı büyük bir yapıydı, iki yüz esirci orada barındığı gibi onların sermayesini teşkil eden dişili erkekli üç binden fazla esir de gene orada teşhir olunuyordu. Esirciler, küme küme koğuşlarda yatarlardı. Esirler ise odaların büyüklüğüne göre onar yirmişer bir araya kapatılırdı. Onlar, yatak yüzü görmezlerdi, üst üste yığılarak ağıl koyunu hâlinde yaşarlardı. Ancak müşteriye çıkarılacakları vakit üstleri başları düzeltilir, saçları taranır, yüzleri yıkanırdı.
Esirhane emini olan adam, kâhyasıyla, şeyhiyle, çavuşlarıyla, tellallarıyla, kâtipleriyle han yanında oturur, hanın kapısını kilitli tutar ve değirmi büyücek bir delikten müşterileri içeriye sokar, onların alıp çıkaracakları esirleri gene orada kontrol ederek öşrünü alırdı.
O, esircilerin pazara götürüp tellal vasıtasıyla açıktan sattıkları “meta”ları da gene murakabe ederek ve ettirerek harcını tahsil ederdi. Onun bu kârlı alışveriş karşılığı olarak devlet hazinesine her yıl ödediği para yüz keseden ibaret olup bugünkü rayice göre elli bin lira demektir.
Deli Murat da Kara Mehmet de pazara çıkarılan esirlerin işportalık tapon şeyler olduğunu, iyi malların handa görüleceğini biliyorlardı. Bu sebeple pazara başvurmaya lüzum görmemişlerdi, doğruca han kapısına gelmişlerdi.
Garip şey! Kapı, o daima kilitli duran büyük kapı ardına kadar açıktı. Acaba esirler el birliği yapıp zincirlerini mi kırmışlardı yahut bir hayır sahibi çıkarak ve onları toptan alarak azat mı etmişti?.. Binlerce hayatın hürriyetini aşılmaz bir duvar gibi arkasında hapseden bu kapının açık bulunması başka bir sebepten ileri gelmezdi ve bu, gerçekten mühim bir hadiseydi.
Serçeşme Deli Murat, vaziyeti kendi hesabına kötü buldu, kaşlarını çatarak homurdandı:
“Kafes boş galiba. Beyhude taban teptik. Çanak uzatacağımız pınarların kuruyacağını düşünmeliydik. Biz anamızdan alnı kara yazılı doğmuşuz. Yeşermiş ağaca el vursak odun oluyor, sağmal ineğe göz koysak sütü kesiliyor. Böyle talihi kefene sarıp miskinler tekkesine gömmeli.”
Kara Mehmet, bu düşünceye ortak olmadı, eliyle esir hanının avlusunu gösterdi.
“Bak…” dedi. “Orada atlar, uşaklar var. Yukarıda hatırlı kişiler bulunsa gerek. Kapı onların yüzü suyu hürmetine açılmış olacak. Hele içeriye girelim.”
Fakat eşiği atlar atlamaz duruladılar. Çünkü başta esirhane emini olduğu hâlde o hanın bütün işyarları, sıra sıra esirci, yan yan yürüyerek, sık sık selam vererek zifirî siyah yüzlü iki adamı merdivenden indiriyorlardı. O kalabalığın arasında bu iki zenci, sırmalı kostüm giyinmiş iki uzun kömür parçası gibi göze tuhaf görünüyordu. Lakin sezilen tuhaflık, gene onlarda beliren yaldızlı çalımı kıymetten düşüremiyordu. Herifler, koyu karanlık bir geceden kopmuş iki dilim gibi heybet taşıyorlardı ve parçalanmış, ufaklaşmış bir gündüzü andıran o sürü sürü beyaz insanlar arasında yüksek bir endam tebellür ettiriyorlardı.
Deli Murat, içinde kabaran tiksintiyi saklamadı, fısıldadı:
“Saray ağaları esir alışverişi yapmaya gelmişler. Hadım kölelerin halayık almaları, ölünün somun satın almasına benziyor, adamı sinirlendiriyor. Heriflerin cepleri dolu. Para harcamak için yer arıyorlar. Gel de kızma. Ya şu çalımları?.. Sanki İstanbul’u kendileri almışlar gibi davranıyorlar. Hani, kerahet vaktinden biraz sonra karşıma çıksalardı, şarap dumanıyla dayanamazdım, kızıl dudaklarını yüzlerine benzetinceye kadar bükerdim.”
Kara Mehmet, ağır davranmak gerekli olduğunu anlatmak için yavaşça “Sus.” dedi, geveze deliyi kolundan yakalayarak bir köşeye çekti ve saray ağalarının atlanmalarını seyre daldı. Onlar, o iki siyah köle, eteklerine kapanan beyaz başlara basarak ata binmişler ve biraz daha uzayan sırmalı endamlarını gere gere -bir düzineden fazla uşağın çizdiği parıltılı daire içinde- handan çıkmaya hazırlanmışlardı. Şahane bir gurur, kölelerin gözünü perdelediği için yerlere kapanan esir evi adamlarını görmüyorlar gibiydi. Lakin bir köşeciğe yaslanan iki dost, ansızın karşılaşan iki mermer direk gibi onların körlüklerini sendeletti. Her başın eğildiği, her insanın küçüldüğü bir yerde dimdik duran iki adam, bu saraylılara biraz garip ve hayli küstah göründü. Şimdi gözlerindeki perde neşterle açılmış gibi acı duya duya etrafı görüyorlardı ve Deli Murat’la Kara Mehmet’in pervasız vaziyetlerinde kendilerini küçük bulan bir mana seziyorlardı. Onlar hünkârla Tanrı arasında bir soğan zarı kadar mesafe görmeye ve bu görüş yüzünden bütün beşeriyeti bir karınca kılığıyla yerde sürünür tanımaya alışkın zavallılardı. Hâlbuki karşılaştıkları şu iki asker kıyafetli adam, bir fil durumu takınmışa, karıncalıklarını inkâr etmişe, yerden göğe yükselmişe benziyordu. Saraylılar ise buna, bu “gayritabii” görünüşe dayanamazlardı.
İşte bu tahammülsüzlükle her iki harem ağası birden atlarının dizginlerini çekivermişler, kendilerini çerçeveleyen uşak kümesi ortasından ince boyunlarını uzatarak Deli Murat’la Kara Mehmet’e haykırmışlardı:
“Bre yolsuzlar, bre erkânsızlar, şevketlu hünkârın has kulları önünüzden geçerken sırık gibi ne dikelir durursunuz. Selam vermek, saygı göstermek, etek öpmek yok mu?.. Siz dağda mı boy saldınız, çam ağacı gibi mi serpilip çıktınız?”
Kara Mehmet duymazlığa gelirken Deli Murat, yaydan kurtulmuş bir ok gibi fırladı, saraylıların yanına ulaştı:
“Anlamadım.” dedi. “Ne diyorsunuz?”
Hizmette daha eski olduğu anlaşılan biri cevap verdi:
“Salt kör değilmişsiniz, sağırlığınız da varmış! Ne dediğimizi duymadın mı eşek?”
Hadım köle, son kelimeyi kuvvetli olarak söylemiş ve avluda uzun bir “eşek” hecesi titremişti. Bu sürekli aksin uğultusu henüz kulaklarda yaşarken “şırak” diye ondan daha sert, daha tiz ve daha gürültülü bir ses duyuldu, onu ince ve korkak bir “Yandım aman!” feryadı takip etti ve harem ağalarından birinin, Deli Murat’a eşek diyenin attan yuvarlandığı görüldü.
Gözü kan çanağına dönen Deli Murat, böğürür gibi öbür saraylıya soruyordu:
“Şimdi sen söyle, sırmalı marsık! Ne diyordunuz, bize neler söylüyordunuz?”
Hâlbuki o artık marsık değildi, arkadaşına