Kız, bahtiyar bir tebessümle eğildi, kocasının ellerini öptü.
“Kötülükten…” dedi. “İşte iyilik de çıkıyor. Beni çilek bahçesinden kaçırmasalardı, İstanbul’a getirip pazara çıkarmasalardı seni bulabilir miydim?”
Kızın dudaklarında al bir tebessüm olan saadet, şimdi kızıl bir alev gibi Deli Murat’ın damarlarına geçmişti. O bir lahzalık temas, bir iki saatten beri mahpus kalan iştiyakları, ihtirasları kamçıladığından Serçeşme, artık çılgın bir sabırsızlık geçiriyordu. Kız, sözünü bitirir bitirmez o, yerinden fırladı.
“Di gel Bülbül!” dedi. “Biraz da kafeste öt!”
Kafkas dağlarının bir köşesinden yakalanarak İstanbul’a getirileli bu gerçekten güzel mahluk, öz yurduyla kendi arasındaki mesafenin artık aşılmaz bir çöl hâlini alacağını, fakat hayalinin derinliklerinde yaşayacak bu çöle karşı benliğinde -çiçekli, ışıklı- yeni bir âlem açılacağını anladı. Kapanmak üzere bulunan hayatını tek bir saniye içinde uzun uzun selamladı, anasının artık silikleşen yüzünü, son defa olarak gözlerinde belirip sönen iki katre yaşla öptü ve yeni ömrünün eşiğine doğru yürüdü.
Bu eşik basit bir yataktı ve Deli Murat’ın heykelimsi endamını taşıyordu. Bülbül Hatun, bahtiyar bir uysallıkla orada eğildi, içine atılacağı yeni hayatın kapısını açar gibi derin bir huşu içinde kocasının çizmelerine el attı. Onları çıkaracak ve sonra, kendine düşen her vazifeyi yapacaktı.
Deli Murat, Uyvar Kalesi’ne atıldığı dakikanın heyecanından daha büyük bir tahassüs içindeydi, o atılışta vurmak, kırmak, devirmek, öldürmek hırsı kılavuzluk ediyordu, şimdi damarlarında tutuşan atılmak ihtiyacını ise sevilmek ve sevmek, okşamak ve okşanmak ihtirası kamçılıyordu. Uyvar önünde sağını solunu ve yeri, göğü kıpkızıl görüyordu. Şimdi ise karşısında muattar bir pembelik, irade eriten nefis bir yumuşaklık buluyordu. Hayat artık, onun gözünde de kıymet almıştı ve bu kıymeti, dizine oturttuğu mehtap veriyordu.
Bülbül Hatun, kendine kafes olarak gösterilen köşenin nasıl bir âlem sakladığını düşünerek için için titriyordu. Bu titreme, zevkli ve sarhoşlatıcı bir hâlet olmakla beraber idrakinin düzgün işlemesine engel oluyordu. Yapıştığı çizmeyi iki uzun dakika içinde çıkaramaması da bu yüzdendi, titreyişindendi.
Deli Murat, sabırsızlığını taşıran bu beceriksizliği sert bir müdahale ile gidermek istedi:
“Sen…” dedi. “Kendi cepkenini at. Ben çizmemi çıkarırım.”
Ve sonra birden hatırlayarak gülümsedi:
“Az kaldı, unutuyordum. Senin yüz görümlüğün koynumda, krala verdiğim söz de boynumda duruyor. Aman, şu emaneti vereyim de yükten kurtulayım.”
Bilmeyiz, bu âdete uyanlar köşede, bucakta kalmış mıdır? Bir zamanlar gelinlere yüz görümlüğü verilmek, evlenme merasiminin en mühimlerindendi. Gerdeğe konulan çiftler, hemen umumiyetle, orada birbirini tanıdıkları ve bu ilk karşılaşmadan -hele kızlar- süreklice heyecan duydukları için yüz görümlüğü vermek usulü ihdas olunmuş ve bu rasimenin yapılmasıyla gelinlerin heyecanını gidermek gayesi güdülmüştü. Konuşamayacak kadar heyecana kapılan gelinler, kocalarının “Adın ne?” gibi manasız sorularla açmak istedikleri muhavere kapısından uzak kalırlar ve bazen dakikalarca dilsiz dururlardı. Güveyler işte bu durumda -içtimai vaziyetlerine veya nikâhtan önce yapılan pazarlığa göre- koyunlarından -gerdanlık, beşibirlik, broş, yüzük gibi- bir şey çıkararak geline sunarlar ve bu tılsımla onun dilsizliğini gidererek tatlı tatlı konuşmaya koyulurlardı.
Bu âdetin gülünç, fakat dikkate değer bir tarafı da vardı. Seyrek ve pek seyrek de olsa bazen bir gelinin soğukkanlı, daha doğrusu tabii davranarak kocasının sorularına karşılık verdiği görülürdü. Bu vaziyette güvey, yüz görümlüğü takmak borcundan kurtulmuş sayılırdı. Çünkü o vergi, konuşmayan gelinin dilini açmak için konulmuştu. Kadın, kendiliğinden konuşunca vergiyi almak hakkını kaybetmiş olurdu. Bundan dolayıdır ki gelinlere, gerdek gecesi vazifelerini öğreten yengeler, ilk öğüt olarak güveyin ayağına basmaya çalışmalarını, bunu yaparlarsa kocalarına hâkim olacaklarını söylerler ve onun ardından aptallık edip yüz görümlüğü almadan konuşmamalarını tembih ederlerdi!..
Bülbül Hatun, ananeye göre, yüz görümlüğü alamazdı, çünkü konuşmuştu. Esir pazarından satın alınmış bir kız olmak sıfatıyla da esasen böyle bir armağana liyakati yoktu. Lakin Deli Murat, yıllardan beri taşıdığı elmas dertten kurtulmak için evleniyordu. Erdel kralına verdiği sözü yerine getirmek, onun için dokuz yaşına girmiş bir ülkü idi. Artık bu ülküye ermek gerekti, zemin de hazırlanmış bulunuyordu. Ondan dolayı çizmesini çekip atmadan, hatta palasını çıkarıp duvara asmadan o işi yapmak istedi, elini koynuna sokup kadife mahfazayı çıkardı, büyük çapta elmas yüzüğü aldı.
“Getir Bülbül, parmağını.” dedi. “Şunu takayım!”
Elmasın belki adını duymamış olan güzel kız, gözlerine doğru yükseltilen pırıltılı taşın kıymetini kavramakta gecikmedi. Çünkü kadındı ve kadınlar kendi ruhlarındaki ışıktan birer parça taşıyan elmasları, zümrütleri, yakutları, akraba tanıyarak severler!..
Deli Murat, uzattığı taşın karısında uyandırdığı sevinci sezdi ve onun yumuşak elini pençesinin içine alarak uzun uzun okşadıktan sonra yüzüğü bir parmağına geçirdi. Fakat başka bir nurlu madenden yapılmış gibi temas ettiği eli aydınlatan o zarif parmağa bu yüzük bol gelmişti, bırakıldığı vakit çevriliyor ve elmas taş yana doğru bükülüyordu.
Serçeşme, kuvvetli bir tazyikle halkayı daraltmak istedi. Lakin bunu yaparsa yüzüğün yamrı yumru olacağını düşünerek vazgeçti.
“Gördün ya…” dedi. “Bu yüzük senindir, dokuz yıldan beri senindir. Ben bir emanetçi gibi onu koynumda taşıdım. Hem üzüle üzüle taşıdım. Çünkü iğreti mal ancak tellal sırtına yakışır. Bense levendim, ünlü bir levendim, bugüne bugün Serçeşme’yim. Benim olmayan bir malı taşımaktan hoşlanmam. Lakin ne yazık ki parmağına bol geldi. Yarın inşallah Kuyumcular Çarşısı’na giderim, halkayı daralttırırım, gün batmadan yanına gelip gün ışığı altında parmağına takarım. Hele şimdi kutusuna koyalım, biz kendi işimize bakalım.”
Deli Murat, duyduğu üzüntüyü bu teselli ile giderdikten ve yüzüğü mahfazasıyla gene saltasının cebine koyduktan sonra eğildi, çizmesini çıkarmaya hazırlandı. Eli çizmesinin, gözü de cepkenini çıkarmış, yeleğini atmaya hazırlanmış olan Bülbül Hatun’un topuğunda idi.
Sabırsızlığına rağmen acele etmiyordu, ihtiraslı hülyalarla dolu bakışlarını o mevzun topuktan ayırmıyordu.
Bu sırada sert sert kapı çalındı ve amir bir sesin gürültüsü henüz biçimi bozulmayan gelin yatağına kadar geldi. O gürültüde şu kelimeler dalgalanıyordu:
“Aç bre Serçeşme, biz saraydan geliyoruz!”
Saray ve Serçeşme!.. Bu, gökle yer gibi birbirlerine milyonlarca fersah uzak mefhumlardı. Göğün