Peygamberlik hakkındaki tarihsel incelemeler, aktarılan birçok hikâyeyi altüst edeceği gibi acemi tarihlere karışmış birtakım nâpuhte (çiğ, tecrübesiz) fikirleri de yıkar. Ancak yeni yöntemlerle yazılmış tarih, zaman ve çevresel koşulların, ırk ve diğer etkenlerin önemini düzelterek her şeye hak ettiği değer ve itibarını verme olanağı sağlayabilir.
Hazreti Muhammed el-Mustafa, Hak peygamberidir. Ve en büyük nebidir. O çağda, peygamberlik, neden kendisine nasip oldu da başkası bu yüce rütbeye sahip olamadı? Bu şekilde, niçin son peygamber kendisidir? Birtakım saf akıllarda yer bulan bu sorular, gerçekte cevaptan kurtulmuş sorular olsa da bu konuda bir iki söz söylemeyi fazla bulmadık.
Peygamberlik, kendisine tayin olundu, çağdaşlarından başkasına değil; çünkü herkes nebi olamaz. Herkes doğanın gizli sırlarını barındıramaz, hak etmiş olan kişinin akıl bütünlüğü, sinirsel yapısı diğer bireylerden farklıdır. Nebinin karakteri, doğal olarak yaradılışı başkadır. Muhammed el-Mustafa’nın çağında hatta bütün çağlarda, yüksek akıl derecesi ve gücünde kimse yoktu. Eğer ondan daha fazla doğal bir kuvvete ve ruhsallığa sahip biri olsaydı, nebi, o olurdu. Mademki öyle biri çıkmadı, Hazreti Ebu el-Kasım, Hak peygamberidir. Profesör Dozy, “Muhammed zamanının en yüksek akıllısı değildi.” diyor. Ve Ömer bin Hattab ile Ebu Bekir es-Sıddık’ı, sahip oldukları güç ve fikirlerini karşılaştırdığında onları, Nebi’nin zatının üstünde görüyor. Endülüs tarih yazarı iyice bilmeliydi ki, bu iki dost kişi, peygamberlikten daha becerikli olsalardı yüce elçilik vazifesi onlara tayin olunurdu.
Muhammed el-Emin, peygamberliğin sonuncusudur. Bunun en büyük tarihsel kanıtı ve akli ispatı kendisinden sonra peygamber gelmemiş olmasıdır. İnsanların Efendisi, devirlerin değişimini, çağların yenilenmesini oldukça iyi anladığından ve insanlığa kesinlik kazanmış bir din fikrini verdikten sonra bir daha nebi gelmeyeceğini, zamanın elçilere muhtaç olmayacağı kavrayışını verdikten sonra, peygamberlik kapısını kapamıştı. Carlyle sağ olsaydı bu yazdığım bölüme imzasını atardı.
MADDESEL ÇEVRE
Bir kişinin içinde bulunduğu maddesel, ırksal, millî, sosyal, ailevi, dinsel, fikirsel, duygusal ve siyasal çevreleriyle birlikte, velev zihnen de olsa soyutlandığı diğer muhitlerle, özellikle başka çevrelerde meydana gelen tarihsel olayları değerlendirmek oldukça zor bir iştir. Örneğin geleneklerine tutkun ve rivayetlere gönül vermiş bir Müslüman’a, âlemlerin en erdemlisinden bahsedildiğinde, bütün bu çevresel etkileri kaybolur; düşünmeden, istemeden birtakım olağanüstü çevreler, kişiler, olaylar zihnini ele geçirir. Yüzlerce yıldır, Muhammed’in bir tek sözünün işitilmesiyle öne eğilen atalarının Allah’tan korkan ve hatta kendi inançlarına aşırı tutkun kişilikleri, kendi kişisel derinliğinde uyanır. Ve doğal olarak değerlendirme kabiliyetleri tarihsel tabloları anlama kabiliyetini kaybeder.
Mekke’nin toprağı başka topraklara benzemez. Kureyşliler herhangi bir insanın üzerinde yaratılmışlardandır. Arapça lisanını da, mevcut lisanlardan hiçbiriyle karşılaştırmak mümkün değildir. Hele Muhammed çağını diğer dönemlerin tarihlerine benzetmek haram değilse de dinen hoş görülemez.
İşte böyle bir his ve değerin, aktarılabilir ve kişisel cazibe unsurlarının etken olduğu kimseler, bin üç yüz sene önce yaşanan Muhammed çağını tarihsel kavrayıştan uzaktır.
Bunun gibi, birbirinden farklı etkileşimler ve ruhsal anlamdaki etkenler altında bulunan Batılılar diğer bir görüşten Ahmedî dünyayı, hak ettiği şekilde, düşünsel dünyalarında inşa edemezler.
Nebi’nin doğduğu yer, doğal coğrafyası itibariyle dünyanın en zorlu kıtalarından biri olan Arap Yarımadası üzerinde yer almaktadır. Hicaz’ın büyük bir ekonomik önemi olmadığından, o zamanın büyük devletlerinin ilgisini çekmemişti. Kızıl Deniz’in yaşam emaresi bulunmayan taraflarının dışında kalan Tihame’sinin29 arkasında ve uçsuz bucaksız kum çöllerinin yalnızlığında ortaya çıkmış olan Mekke-i Mükerreme, ne doğal manzaraları, ne de servet defineleri nedeniyle herhangi bir öneme sahip değildi. Büyük Çöl’den daha zengin, fakat örneğin Sudan Mısırı’ndan daha zorlayıcı koşulları olan bu arazi, çok eski çağlardan beri eşkıyalar için cevelan-gâh (savaş yeri) olmuştu. Oldukça az miktarda olan ürünlerini yetiştirmek için de kabileler, aralarında savaşırdı.
İsimsiz çöller, pek kasvetlidir. Susuzluk sadece cisimleri değil, ruhları da kurutur. Yeşillik, sulak bir yer, şiirsel bir nokta diye adlandırılacak bir alan, Hicaz topraklarında oldukça nadirdir. Sıcak, fazlalaştığında hararet ve güneş ışınları biraz yemeklerin de yerini tutar. Beden, ihtiyaç duyduğu temel gıdayı doğrudan doğruya güneş ışığı ve havadan aldığı için Araplar pek yemek yemezler. Midelerindeki asit azdır. Maddesel çevre, Hicaz’da bireyleri, duygusal olarak yüksek bir derecede etkilemez. Arap şiiri, incelik ve ruhsal bir hassasiyet içeriğine sahip değil; düzenli bir akış ve düzgün sözlerle ilerler. Gönlü okşayan üsluba sahip şairler oralarda, Alplerde, Norveç kıyılarında, Bosphorus’ta (İstanbul) olduğu gibi herhangi bir seçim yapmaya gerek duymadan, doğal bir ruhsallıkla dökülmez. Şu kadar var ki, boşlukların derinliği, gecelerin parlaklığı, ruhu ve kalbi kendi içindeki derinliklerde boğulmaya sürükler. O iklim, insanı sinirli hâle getirir. Gergin bir hiddet ise genellikle zekâ ve dehadan doğar. Bu karakterin, bir taraftan, arzu ve kavuşmaya olan isteği, diğer taraftan çevikliği, becerikliliği, kavgacılığı doğurmaması mümkün değildir. Arap ırkı, Sami ailesine mensup olduğundan ve zenciler gibi geri bir tabakayı oluşturmadığından, bu maddesel çevrede, zekâsından bir şey kaybetmemiştir.
Gökler, yıldızlar, evren, güneş, ay Arap ruhunu oldukça meşgul eder. Muhammedî dönemin eserleri değerlendirilecek olursa, daima evrensel, göksel bir nedenin konu edinildiği fark edilecektir.
Arapların, savaşçı ve süvari olarak tanınmasının temelinde doğa etkendir. Arap, koşmaya, dolaşmaya, savaşmaya mecburdur. Bu özelliklerini geliştirmezse hayatını kazanması oldukça güçleşir. Bu şekilde Arap kabilelerinin bölünme şekilleri, kabile reisleri, reislerin merkezi Mekke’de bulunan asilzadelere mensup bir cumhuriyet oluşumu hep bu maddesel çevrenin eseridir. Memleketin yaşamaya uygun ortamlarının azlığı, göçebeliği, göçebelik de panayırları meydana getirmiştir. Kabilelerin bu maddesel çevre etkenlerinin sonucunda toplu hâlde bulunması, bir nevi görgü kurallarının kendine yer bulmasını sağlamıştır. Aşiret hayatı gereği reislere ihtiyaç duyulmuş; bu zorunlu durumlardan asilliğin sürdürülmesi, asalete gözetilen saygının oluşması, soylu bireylerin önem kazanması gibi Arap topluluklarına özgü birtakım gelenekleri ortaya çıkarmıştır.
Bu tekdüzelik, işsizlik, araştırma ve meşguliyete maddesel bir zemin bulamamak ve özellikle çeşitli kavimlerle pek ilişkide bulunmamak, böylesine zeki bir kavmin, kullandığı dilin düzen ve vezinleriyle uğraşmasına, sözlü müzik ve kafiyelere, sonuç itibariyle lisanı incelemesine, kelimeleri bölümlerine ayırıp ifadelerini arttırmasını sağlar. Bundan dolayı lisan ve şiir, Batı Avrupa lisanlarına benzemeyecek bir şekilde tamamlanma evresine girmiştir.
Maddesel çevre, Hicaz’ın sıcak bölgelerinde (bilâd-ı harre) mevcut bulunulması, fizyoloji açısından bölge sakinlerinin şehvete düşkün bir yapıda oldukları belirtilir. Sayıca çok kadınla birliktelik, İslam öncesi dönemde