Yedi Bilge’nin adlarını çoktan unutmuştuk.2 Akropolis’in üzerine bir taç gibi kondurulan Parthenon, Bakire Tapınağı, Nasranilerin hükümdarı Roma istilasıyla, maalesef kiliseye dönüştürülmüştü. Hristiyanlar, İktinos gibi mükemmele ulaşmaya çalışan bir mimar ve Fidias gibi bir heykeltıraşın bu büyük sanat eserini tarumar etmişlerdi.
İsevi üçüncü asırda, Lakaros, Minerva-Athena’nın, bu iffetli kadının bulunduğu tapınakta zevk ve sefa âlemlerine dalmak, sarhoş olmak için toplanılacak eğlence yerine çevirmekten çekinmemişti. Fidias’ın dünya harikaları arasına girmiş olan meşhur Minerva heykeli o hengâmede, her nasılsa nankörlerin satırları, baltaları ile yıkılmıştı. Altı yüz otuz tarihine doğru kültür abidelerinin tapınağı yeni saldırılara uğradı. Ondan sonra Türkler bu genç kız ve çevresini idareleri altına aldılar. Tabii ki Bizans’ın kilisesi Müslüman mescidine dönüştürüldü. İnşa edilen Minerva’nın üzerinden “Muhammed” mübarek sözü, belki de yaralı ve hâlsiz düşmüş Athena’nın, o akıl perisini ve bilgeliğin bile işitme kabiliyetini neşelendiriyordu. 1687’de Venedik Amirali Sebastiano Mocenigo, Atina’yı denizden kuşatma altına aldı. Şanı büyük bakire mabedi, bir hayli süre, Venedik kâfirinin güllelerini yedi. Türklerin orada sakladıkları barutun ateş almasıyla zavallı Parthenon bir kül bahçesine dönüştü. Morosini, bununla da yetinmeyerek kutsal eşyaların da yağmalanmasını ferman buyurdu! Nihayet, yüz sene önce, Lort Elgin, milletinin zorla ele geçirme hırsının örneği olarak bilgeliğin tapınağını, savaş yıkıntıları arasında her ne bulduysa çalıp, “British Museum”a naklettirdi…
Antik Yunan artık ölmüştü. Ölmez de yalnız, o asırların kendisine mal ettikleri olmak üzere, o mirasın korku veren, güzel, bağışlanmış, zarif, korkunç ve garip, iki farklı çizginin yan yana gelmeyeceği, dünyaya nam salmış destanları gibi güzel ve sanatsal eserleri bulunuyordu.
Bundan dört sene önce, son defa Atina’dan geçtiğimde, akıl meleği ve hikmetin kutsal mekânını ziyaret ettim. Müzelere taşınamayan enkaz ve sütunlar ile Parthenon, imkânlar dâhilinde olabildiğince yeniden canlanmıştı. Tarihçi ve bilim insanları, konumları mümkün olduğu kadar belirleyebilmişler. Mevcut olmayan taşlar, sütun başları, süslemeler yeniden yapılmış. Hatta bir iki heykeltıraş bizim ziyaretimiz esnasında “şapito” (sütun başlığı) ve devrik üslubunda bir taş yontuyorlardı. Karşıdan, tarih uyanmış, antik çağlar canlanmış, Perikles çağı hâlâ devam ediyor zannedilirdi. Doğrusu, Akropolis zirvesi, karyatidlerin3 güzellik saçan sütunları cidden Ernest Renan’a4 ilham kaynağı olacak bir durumdaydı. Parthenon’dan ayrılıyordum, fakat düşüncelerim ve hayal gücüm asla Athena’nın kutsal tapınağını bırakmıyordu.
Mabedi yeniden canlandıranlar çok doğru bir iş yapmışlar. Bu tarihsel “restorasyon” sayesinde, aşağıya doğru inerken, Minerva rahip ve rahibelerinin seslerini duydum. O ruhani terennümler, kavrayış perisine ithaf olunan sıralı sözleri hep ruhumda işittim. O Yunan güzel sanatlar mezhebinin ileri gelenlerini, Fidios’un heykeli civarında, gözlerimle gördüm. Biraz ileriye gitseydim herhâlde Solon’un5 sütunuyla görüşecek ve ısrarla baktığımda görebildiğim mavi gözler karşısında bir sanat heykeline dönüşecektim. Akropolis yoluyla her yere gidebilirdim: Biraz gayret etsem “Salamis”e hâkim bir noktaya çıkar ve oradan İran’ın askerlerini, donanmalarını, Asya halkının Yunanistan’a akınını bile görebilirdim.
Ey Parthenon’u yeniden uyandıran ve canlandıranlar! Size samimi kalbimden selam ve ihtiram ederim. Sizin sayenizdedir ki ben Yunan halkının hicviyelerini kulağımla duyuyorum ve geçmişe giderek o zarif asırlarda yaşayabiliyorum.
Zannederim ki Avrupalı tarih yazıcıları, kıskançlık veya yaradılışlarındaki, atalarından aktarılagelen, kayıtsızlık karakterinden dolayı, asrısaadette, Müslüman siyer yazıcılarının kaba abartılarıyla, Venedik gemilerinin bombardımanı sonunda Parthenon’un küller altında kalması gibi, üstlerindeki bilinmezlik örtüsünün bugün kaldırılmasına muhtaçtır. Akropolis ve Pompei çağları, devirleri boyunca üzerlerine yığılan toprakların altından gün yüzüne çıkarıldıkları gibi, nebiler çağının da hurafelere dayandırılan tarihsel yöntemlerle hikâyeler veya hakaretlerle gizlendikleri karanlık diplerden açığa çıkartılması elzemdir.
Hazreti Peygamber’in tarihini yazmak çoktan beri, benim için son bir arzu derecesindeydi. Bilimsel koşullar çerçevesinde fahr-i kâinatı6 karşılaştırmalı olarak inceleme arzusu bende ortaya çıkınca âdeta aklım, bir fikir ve his çığı altında kaldı. Zannetmem ki bu konuda düşündüklerimi ve hissettiklerimi yazmaya ömrüm yetsin.
Seyyid-i beşer,7 tarihsel görüş nedeniyle mağdur konumdadır. Müslüman olmayan tarih yazarları, en özgür düşünceliler dahi olsa, taşıdıkları mirasın getirdiği büyük bir kıskançlığın zayıflığındadırlar. Onun için Avrupa’da hiçbir üstün zekâlı tarih yazarı, hiçbir Renan, hiçbir Mommsen (Theodor), hiçbir Macaulay, Peygamber’in üstün vasıflarını içeren bir siyer yazmamıştır. Elimizde bulunan eserler ya alelade ve günlük olayların yazıldığı eserler ya da Muhammed’in şeref ve haysiyetini eksiltmek amacıyla kaleme alınmış taraf tutan kitaplardandır.
Üstün zekâsıyla tarihte ayrı bir yer tutan ve önemli bir iz bırakan Voltaire bile Ahmedî çağının önemini kavrayamamıştır. Döneminin papasını gücendirmiş, memnun etmek için “Mohammet” isminde pek kaba ve ruhsal açıdan oldukça etkisiz olan bir tiyatro oyunu ile kendi yüksek derecesini düşürmüştür.
Gariptir ki bu bilgin, Carlyle’in dediği gibi Katolik Kilisesi’ni zayıflatmak için, kâinatın engin azametini ve varlığın kökenini bile göremeyecek derecede gözlerini kapamıştır.
İleri gelen Müslüman yazarların kalemine gelince, binlerce teessüf ki bunlar, “insanların en yücesi”ni bir insan olarak inceleyememişlerdir. Ciltlerce kitabı doldurdukları eserlerde, insanoğlu insan olması ve beşeriyeti ile iftihar eden Peygamber’i, bütün insanların üzerinde görerek kendisinde var olan akıl ve mantığın ötesinde, kanıtlanmış doğa kanunlarına karşı gelerek, karşılaştırma yapıldığında bir sözün ötekini tutmadığı kaba mucizeleri dayanak göstermişlerdir. Siyer yazıcılarımıza teessüf ederim. Peygamber bugün bile cihanın önemli bir kısmına hâkim bir din, Kur’an gibi kanunları içeren bir metin bırakmışken, bunların dışında doğaüstü olaylar aramak cidden pusulayı şaşırmaktır. Özellikle yeni siyer yazıcılarına müracaat edilecek olursa, maalesef, Nebi’nin şanı oldukça eksiklik gösterecektir. Hazreti Fahr-i Kâinat, onların görüşlerinden, güvenilir Cebrail’in eliyle kurulan altından yapılmış bir “sadanüvis”ten8 başka bir şey değildir. Hâlbuki azameti büyük Muhammediye bunun oldukça yücesindedir. İnsanların yüce efendisi, insan özellikleri itibariyle detaylı olarak incelenirse pek büyür. Siyercilerin hayal dünyası oralara çıkamaz.
Şurasını en açık ibare ile ifade ederim: Tarihin son kertede cahili değilim. Azim ve irade geliştirilen durumlarda, kesin ve net fikirleri ile metanet gibi birçok ruhsal kuvvete sahip olmak gibi durumlar üzerinden değerlendirebileceğimiz birkaç büyük sima gözümüze çarpar: Konfüçyus, Buda-Sakyumani, İskender, İsa bin Meryem, Pavlus, Luther, Cromwell, Napolyon-Bonapart, Bismark ve buna benzerleri. Bu isimler hakkındaki makaleleri az çok okudum. Yalnız okumakla yetinmediğimi belirtmeliyim. Bunlar