Orada yaşadıklarını varsaydığım hayat, deneyimlerimde olanlardan öylesine farklı bir kaynaktan meydana geliyor ve öylesine özel olması gerekiyormuş gibi geliyordu ki, Düşes’in davetlerinde benim de daha önceden tanıştığım insanları gerçekte orada görmeyi hayal dahi edemiyordum. Bir anda mizaçlarını değiştiremeyeceklerinden, konuşmaları benim bildiğim türden konuşmalar gerçekleştirirlerdi; karşılarındaki kişiler de belki de aynı insani şekilde cevap verirlerdi; Saint-Germain banliyösünün en önde gelen evinde geçirilen akşam boyunca daha öncesinde yaşadığım anların birebir aynısı gerçekleşirdi. Ki bu imkânsızdı. Böylece zihnim belli zorluklarla mücadeleye tutuşurdu; Tanrı’mızın varlığını konakta hissetmek, bana banliyölerdeki, nehrin hemen kıyısında bulunan aynı zamanda her sabah yatağımdan bile duyabildiğim halı dövme seslerinin geldiği en seçkin evlerden artık daha muallak geliyordu. Fakat beni, Saint-Germain banliyöleriyle ayıran sınır çizgisi tamamen gerçek olmakla birlikte son derece kusursuzdu. Ekvator’un ötesine yayılan ve kapılarının açık olduğu bir gün, tıpkı benim gibi annemin de gözüne ilişip söylemeye cesaret ettiği, Guermantes’ların paspaslarını gördüğümde açık açık banliyölere ait olduğunu düşünüyordum. Bazen mutfak penceremizden görebildiğim yemek salonları, kırmızı pelüşlerle döşenmiş loş koridorları nasıl olur da esrarengiz Saint-Germain büyüsüne sahip olamıyor, zoraki modanın bir parçası olamıyor, coğrafi konum olarak bu muhitte yer alamıyordu? Bu yemek salonunda misafir ağırlamak, Saint-Germain banliyösüne gitmek, o havayı solumak, sofraya geçmeden önce koridordaki deri kaplı koltukta oturan Mme. de Guermantes’ın yanında oturan insanlar Saint-Germain banliyösünde oturmuyor muydu? Hiç şüphe yok ki, banliyö dışındaki bazı davetlerde basit giyimli insan topluluğunun ortasında kral gibi tahtta oturan, yalnızca isimden ibaret olan ve çeşitli varsayımlarda bulunan, zihninizde canlandırmaya çalıştığınızda ya bir müsabakada yarışan ya da asil bir ormanda avcılıkla uğraşan birileri zaman zaman belirirdi. Fakat burada, Saint-Germain banliyösünün önde gelen evinde, seçkin salonunda, loş koridorunda onlardan başka kimse yoktu. Onlar, tapınağı ayakta tutan, değerli malzemelerle işlenmiş sütunlardı. Aslında aile arasında verilen davetlerde bile Mme. de Guermantes davetlilerini onların arasından seçebilirdi; on iki kişilik yemek davetlerindeyse, göz kamaştırıcı peçete ve tabaklarla donatılmış masanın etrafında bir araya geldiklerinde, kutsal sütunların çevrelediği sunağın önündeki sembolik, Saint-Chapelle Kilisesi’ndeki altından yapılma havari heykellerine benzerlerdi. Evin arka tarafında kalan, yüksek duvarların arasından uzanan, yaz akşamları Mme. de Guermantes’ın akşam yemeğinden sonra likör ve portakal şurubu içtiği ufak bahçeye gelince, akşam dokuzla on bir arasında -deri koltuk kadar etkili bir güce sahip olan- demir sandalyesinde Saint-Germain banliyölerine özgü esintileri teneffüs etmeden oturmasının, Figuig vahasında siesta yaparken Afrika’nın havasını hissetmemesi kadar imkânsız olduğunu nasıl olur da anlayamazdım? Bazı nesneleri, bazı kişileri diğerlerinden ayırmayı, yeni bir atmosfer yaratmayı ancak hayal gücü ve inanç yapabilir. Vah! Saint-Germain banliyölerinin sanat eserleri, yerel güzellikleri, beklenmedik doğa olayları, resmedilmeye değer manzaraları arasında dolaşmak muhtemelen ömrüm boyunca hiç nasip olmayacaktı. Olağanüstü bir minare, toprakta yeşeren ilk palmiye, kıyısındaki yıpranmış paspas, egzotik gayretin ya da bitki örtüsünün ilk işareti gibi uzanan derin bir deniz misali (karaya çıkmak konusunda hiçbir zaman umut kırıntısı sahip olmadan) görünen ben ise titrek bir ürpertiyle yetinmek zorundaydım.
Oysa benim gözümde salon kapısından başlayan Guermantes Konağı’nın uzantıları, Dük’ün gözünde çok daha geniş bir alana uzanıyor olsa gerek; diğer tüm kiracıları, fikirlerinin hiçbir önemi olmayan çiftçiler, köylüler, miras kalan arazileri satan insanlar olarak gören Dük, her sabah geceliğini çıkarmadan pencerenin önünde tıraşını olur, havanın sıcaklığına bağlı olarak gömlekle, pijamayla, korkunç renklerle işlenmiş tüylü, ekoseli ceketle, ceketlerinden daha kısa olan açık renk paltosuyla avluya inip yakın zamanda satın almış olduğu atlardan birinin seyisle dolaşmasını izlerdi. At birden fazla kez Jupien’ın dükkânının camını kırınca, Jupien, Dük’ten tazminat isteyerek onu çok kızdırdı. “Sırf Düşes Hanımefendi’nin konakta ve mahallede yapmış olduğu iyilikleri düşünürsek.” diye söze giren M. de Guermantes; “Bu vatandaşın bizden tek kuruş talep etmesi rezilliktir.” Fakat Düşes’in bu zamana kadar yaptığı ‘iyi’ bir şeyin ne olduğuna dair en ufak bir fikre sahip olmayan Jupien sözlerinin arkasındaydı. Yine de Düşes iyi şeyler yapmıştı -fakat herkese aynı anda iyilik yapamayacağından- ancak bir kişiye yaptığı faydaların hatırasını başkalarına yardım etmek konusunda çekimser olmamıza sebebiyet verir, bundan mütevellit hoşnutsuz olan insanın siniri daha da güçlenir. Zaten Dük’e göre mahalle -ki bu hatırı sayılır bir mesafe- hayır işleri yapılan bir yer olması dışında avlunun bir uzantısı ve atların dörtnala koşabileceği uzun bir alandan ibaretti. Yeni satın aldığı atın kendi başına nasıl tırıs gittiğini gördükten sonra ata koşumu takıp15 tüm komşu sokaklarda gezdirdi, dizginleri elinde tutup arabanın yanında koşan seyis Dük’ün önünden atı bir aşağı bir yukarı geçirdi; heybetli, açık renk kıyafetleri, dişlerinin arasında duran purosu, başı hafif havada, monokl gözlüğüyle kaldırımda dimdik duran Dük atı denemek için bir aşağı bir yukarı sürdükten sonra Champs-Élysées’deki metresiyle buluşmaya gitti. M. de Guermantes avludan ayrılmadan takriben kendi statüsüne yakın olan bir çifte selam verdi: İşçi sınıftaki ailelere benzeyen bu çiftten birisi onun kuzeniydi, hiçbir zaman çocuklara bakmak için evde durmazlardı; kadın her sabah kontrpuan ve füg öğrenmek için Shola’ya, kocasıysa odun yontmak ve deri işlemek üzere atölyesine giderdi; onlar dışında Norpois Baronu ve Barones’ine selam verirdi; karısı kilisede yer gösteren, kocasıysa cenazeyi gömen kişiler gibi her zaman siyahlara bürünmüş bir hâlde günde birkaç kere kiliseye gitmek üzere dışarı çıkarlardı. Aslında babamın merdivenden inerken ayaküstü karşılaştığı ama nereden geldiğini anlamadığı, bizim de eski dostumuz olan eski büyükelçinin yeğenleriydiler; çünkü babam, Avrupa’nın en seçkin adamlarıyla temas kuran ve muhtemelen boş asalet unvanlarını umursamayan böylesine önemli bir şahsın, bu muğlak, ruhani ve dar görüşlü soylularla hiç selamlaşmadığını sanıyordu. Buraya taşınalı çok uzun zaman olmamıştı; az evvel M. de Guermantes’a selam veren adamla avluda karşılaşan Jupien, nasıl hitap edeceğini bilmediğinden adama