Verdiği davetlerde, misafirleri bedensiz, bıyıksız, ayakkabısız, sıradan, hatta insani ve mantıklı şekilde özgün sözlerle konuşurken hayal edemediğimden bu isimler girdabı, Dresden porseleninden yapılmış, Madame de Guermantes heykelciğinin etrafındaki hayaletlere verilen ziyafet ya da hortlaklar balosundan daha az maddenin sergilendiği sarayın camdan yapılma vitrini şeffaflığını koruyordu. Daha sonra, Saint-Loup bana, bahçıvanı, kuzeninin papazı ve daha pek çok konu hakkında çeşitli anekdotlar anlattıktan sonra, Guermantes Konağı -bir zamanlar Louvre’un olduğu gibi- Paris’in tam göbeğinde, tuhaf bir şekilde hâlâ varlığını sürdüren kadim bir hak sayesinde miras yoluyla kazandıkları, hâlâ üzerinde feodal ayrıcalıklara sahip olduğu bir kale hâline gelmişti. Fakat bu son ev, Mme. de Villeparisis’nin yan tarafında bulunan, Mme. de Guermantes’ın oturduğu konağın bir kanadındaki daireyle bitişik olan yere taşınmamızla ortadan kaybolmuştu. Günümüzde belki de hâlâ rast gelebileceğimiz eski konaklardandı; buradaki haysiyet divanında -bunlar ya yükselen demokrasi dalgasıyla ortaya çıkan alüvyal birikintilerdi ya da farklı ticarethanelerin derebeyin etrafında toplandığı zamanlara ait ilkel zaman mirasıydı- katedralin payandaları arasına kuş yuvası misali yerleşen terzi, ayakkabı tamircisi gibi küçük dükkânlar ve atölyeler vardı; en sonda, konağın ana binasında oturan “Kontes”, kapıcının kulübesindeki bahçeden kopartılmış gibi duran birkaç Latin çiçeğiyle süslenmiş şapkasıyla gösteriş yapa yapa iki atın çektiği eski arabasıyla (arabacının yanında oturan ve mahalledeki her bir aristokrat malikânesine kartvizitini bırakmak için ikide bir aşağı atlayan uşağıyla birlikte) yola çıktığında, kapıcının çocuklarına gülücükler saçar ve o sırada oradan geçmekte olan saygıdeğer kiracı dostlarına küçük tebessümler eşliğinde el sallayarak selamlar verir, aşağılayıcı nezaketi ve eşitlikçi kibiriyle her zaman aynı görünürdü.
Şu anda yaşadığımız evde, avlunun sonundaki soylu hanımefendi, hâlâ gençliğinin baharında olan zeki bir düşesti. Hatta Mme. de Guermantes’tı o, Françoise sayesinde, kısa süre içinde konakla ilgili her şeyi öğrenmiştim. Çünkü (Françoise’ın sürekli “aşağıdakiler” ya da “alttakiler” diye bahsettiği) Guermantes’lar, sabahın ilk ışıklarında başlayan daimî bir endişesiydi, annesinin saçlarını tararken, avluya attığı yasak, dayanılmaz, kaçamak bakışların ardından şöyle derdi: “Şuna bak, iki rahibe geldi; kesin alttakilere geldiler.” ya da “Ah! Mutfak penceresindeki şu güzel sülünlere bakın! Nereden geldiklerini sormaya gerek yok, anlaşılan Dük silahını alıp ava gitmiş!”, gece çöküp yatmak için hazırlanırken kulağına gelen birkaç notayı duyunca hemen: “Alttakilere misafir gelmiş, eğleniyorlardır muhakkak.” çıkarımında bulunurdu; bunun üzerine aklar düşmüş saçlarının çevrelediği simetrik hatlara sahip simasında, gençlik yıllarından kalma, neşeli ama bir o kadar da usturuplu tebessümüyle bir an için bile olsa mekândaki her şeyi güzelleştirirdi; karışık ama özel bir düzen içinde gerçekleştirilen folk dansı misali.
Fakat Guermantes’ların hayatında, Françoise’ın en çok ilgisini çeken, onu en çok tatmin eden ve aynı zamanda canını en çok sıkan, arabanın iki tarafının açılıp Düşes’in arabasına binmesiydi. Bu olay genellikle hizmetçilerimizin öğle yemeği dediği, hiç kimsenin rahat edemeyeceği, merasim eşliğinde yapılan dinî kutlama yemeğinden sonra gerçekleşirdi; bu sırada hizmetçiler o kadar dokunulmazdı ki babam onları çağırmak için zili çalamaz, üstelik beş kere çalsa bile hiçbirinin aldırış etmeyeceğini, bu nedenle böyle bir saygısızlıkla uğraşmanın tamamen bir zaman kaybı olacağını ve sonunda kendisinin zararlı çıkacağını bilirdi. Çünkü (yaşlandığında bile değerlerinden taviz vermeyen) Françoise, günün geri kalanında, dertlerinin ve memnuniyetsizliğinin derin sebeplerini içeren -hiçbir şekilde okunaklı olmayan- uzun hikâyesini dış dünyaya sergilediği, anlaşılması zor küçük, kırmızı, antik çivi yazısına benzeyen suratını göstermekten kendini alıkoymazdı. Bu sorunları “en ufak” detayına kadar anlatırdı fakat bunu sözlerini yakalamamız için yapmazdı. Bu yaptığını -kendi tabiriyle bunun, bizim için çileden çıkartıcı, “utanç verici” ve “can sıkıcı” olduğunu düşünürdü- “kutsal günün sade ayini” olarak adlandırırdı.
Ayinin son ritüelleri tamamlandıktan sonra ilk çağlardaki kiliselerdeki gibi hem papazlık yapan hem de dini bütün olmayı sağlayan Françoise, kadehini son bir kez daha doldurdu, boynunu saran peçeteyi çözdü, kahve ve şaraptan ıslanmış dudaklarını sildikten sonra katladı, halkanın içine geçirdi, kasvet dolu gözleriyle: “Biraz daha üzüm almaz mısınız hanımefendi? Çok güzeller.” diyen genç garsona dönüp teşekkür etti ve “bu sefil mutfaktaki” havanın nefes alamayacak kadar sıcak olduğu konusunda serzenişte bulunarak doğruca pencereyi açmaya yöneldi. Pencerenin kolunu çevirip temiz havayı ciğerlerine çekerken avlunun alt tarafına umursamaz ama bir o kadar da ustalıkla bir bakış attı, Düşes’in henüz başlamaya hazır olmadığını sinsice anlamıştı, bekleyen arabanın içinde küçümseyici, heyecan dolu gözlerle kara kara düşünüyordu ve dünyevi şeylere gösterdiği bir anlık dikkatini havanın tatlılığına, güneşin sıcaklığına ardından da