Belki de gerçekten Saksonya Prensi idi; belki de “Kuzenim onun locasını sormamı söylemişti.” dediği sırada gözünün önünde canlanan suret Guermantes Düşesi idi (ki bu durumda, kuzeninin locasında hayatının en hayal edilemez anlarından birini yaşamasına şahit olabilirdim); hatta şöyle ki, kendisine has gülümseyen bakışları, dudaklarından dökülen o yalın kelimeler, bir mutluluk ihtimaliyle ve belirsiz bir temayüzle kalbime (soyut bir düşünceye dalmaktan çok daha usulca) dokunuyordu. Görevliye söylediği her ne ise, benim sıradan hayatımın sıradan gecesini, yeni bir dünyaya açılması muhtemelen bir yola aktarmaya yetti; ‘loca’ kelimesini söyledikten sonra kendisine gösterilen, şu anda içinden yürüdüğü koridor nemli ve küflenmişti; su altında kalmış mağaraları, perilerin yaşadığı mitolojik krallıkları andırıyordu. Önümde takım elbise giymiş, benden uzaklaşmakta olan bir beyefendi vardı ama lambanın üzerine çok iyi sabitlenmiş bir reflektör gibi takip ederken doğrudan ona bakmamaya özen gösterdim, bunu yapmamın sebebi onun Saksonya Prensi olduğu ve Guermantes Düşesi’nin yanına gittiği düşüncesiydi. Yalnız olmasına rağmen, büyülü bir fener tarafından aydınlatılan gölge kadar istikrarsız, anlaşılmaz, uçsuz bucaksız, kendi kontrolü dışında oluşan bu fikir onun önünde gidiyor, savaş zamanında Yunanlı savaşçının yanında duran, diğer insanların göremediği ilahi bir güç gibi ona yol gösteriyordu.
Phèdre’in16 hatırlayamadığım birkaç dizesini zihnimin derinliklerinde arayarak yerime geçtim. Hatırladığım kadarıyla, uyak sayısında bir yanlış vardı; ancak saymaya çalışmadığım için sanki bana, beceriksizlikle klasik bir şiir dizesi arasında hiçbir ortak ölçü var olamazmış gibi geliyordu. Bu korkunç mısraları on iki hecelik bir dize hâline getirmek için en az yarım düzine heceyi çıkartmam gerektiğini öğrenseydim, buna hiç şaşırmazdım. Fakat aniden şu dizeyi hatırladım; İnsanlık dışı dünyanın tedavi edilemez güçlükleri sihirli bir şekilde kayboldu; dizenin heceleri bir an önce gerekli ölçüye dönüştürüldü, fazlalık olanlar, yükselip suyun yüzeyine çıkınca patlayan hava kabarcıkları misali yok oldu. Velhasıl, mücadele ettiğim bu fazlalık, tek bir heceden ibaretti.
Belirli sayıdaki ön koltuklar gişede satışa sunulmuş ve başka türlü yakından görme imkânı bulamayacakları insanları izlemek isteyen züppelik meraklısı insanlar tarafından alınmıştı. Aslında halkın önünde yaptıkları bu inceleme genellikle sakladıkları gerçek sosyete hayatının bir parçasıydı, çünkü Parma Prensesi arkadaşlarını kendi istediği gibi balkona, localara, koltuklara yerleştirmişti, geriye kalan salon ise sanki herkesin yer değiştiği, tanıdığı bir arkadaşını görünce gidip yanına oturduğu bir misafir odası gibiydi.
Yanımda, devamlı gelen aboneleri tanımayan, sırf hava atmak için tanıyormuş gibi yapıp yüksek sesle isimlerini bağıran kaba saba insanlar oturuyordu. Bu abonelerin sanki kendi oturma odalarında oturuyormuşçasına davrandıklarını, çalmakta olan şeye hiç saygı göstermediklerini ifade etmeyi de ihmal etmiyorlardı. Hâlbuki durum tam tersiydi. Berma’yı izlemek için bilet almış gelecek vadeden genç adamın tek düşündüğü, eldivenlerini kirletmemek, şans eseri yanına oturmuş olan insanları rahatsız etmemek hatta onlarla arkadaş olmak, kesik kesik atılan bakışları hafif bir tebessümle takip etmek, seyircilerin arasında karşılaştığı tanıdığının bakışlarından kibarca kaçmaktır; ardından binbir kararsızlıktan sonra yanına gidip konuşmaya karar verir ta ki sahneden yankılanan üç dong sesi buna engel olana kadar, ayağa kalkarken kaldırdığı, önlerinden geçerken elbiselerini yırttığı, ayakkabılarına bastığı seyircilerin arasından Kızıl Deniz’deki İbraniler gibi kaçmak zorunda kaldı. Oysa sosyeteye mensup insanlar (balkonun geniş terasının arkasında, tıpkı dördüncü duvarı olmayan küçük salonlar ya da insanın dertten tasadan uzak kalmak için gittiği altın çerçeveli aynaların, kırmızı pelüş koltukların olduğu Napolitan tarzında döşenmiş küçük kafeleri andıran) localarında oturduğu için, bu lirik sanatın mabedini ayakta tutan sütunların yaldızlı gövdelerine ellerini umursamazca koydukları için, localara doğru palmiye ve defne yaprakları uzatan bir çift heykelin âdeta onlara gösterdiği saygı karşısında istifini bozmadan kaldıkları için zihinlerini oyunu dinlemek için boşaltabilecekler yalnızca onlardı, tabii zihinleri olsaydı.
Başlangıçta belli belirsiz gölgeler dışında hiçbir şey görünmüyordu; karanlığın içinden bir anda -hiç rastlamadığınız değerli bir taşın ışıltısı gibi- bir çift ünlü bir göz ya da karanlık bir arka planda IV. Henry’nin madalyonu gibi bir parıltı beliriverdi, Aumale Dükü’nün eğik hâline benzeyen bir görünmez kadın silüeti: “İzin verin paltonuzu alayım, Lord’um.” diye haykırmasını duyan Prens: “Ah! Lütfen Mme. d’Ambresac olur mu hiç!” diye cevap verdi. Bu tatlı inatlaşmanın ardından hanımefendi paltoyu aldı ve nail olduğu şeref ile herkesi kıskandırdı.
Fakat diğer localarda, hemen hemen her yerde, o karanlık meskenlerde yaşayan beyaz tanrıçalar, gölgelenmiş duvarlara sığınarak görünmezliklerini sürdürmüşlerdi. Gösterinin devam etmesiyle birlikte, büründükleri belli belirsiz insan figürleri, süsledikleri karanlığın gölgesinden yavaşça birer birer ayrılıyor, kendilerini ışığa doğru yükselttikçe yarı çıplak bedenleri açığa çıkıyor ve seyirleri aydınlıkta son buluyordu; açtıkları ve hafifçe salladıkları tüylü yelpazelerin aralıklarından görünen, incilerle süslenmiş sümbül rengi bukleleri altındaki parlak yüzleri, yelpazenin gel gi-tine ayak uydururcasına karanlık ortamı aydınlatıyordu; ardından bu taraftaki ön sıra başladı; su perilerinin gözlerinden yansıyan berrak yüzeyin ağzına kadar dolan kısmını yer yer sınır olarak belirleyen karanlık, saydam krallıktan ebediyen ayrılmış ölümlüler diyarı. Köşesindeki açılır kapanır koltuklar ve koltuklardaki canavar şekilleri, optik yasalara ve onların geliş açısına göre basit bir sadakatle gözlerin yüzeyini tasvir ediyordu, dış gerçeklik iki bölümden oluşsa bile, ne kadar ilkel olursa olsun, bizimkine benzer bir ruha sahip olmadıklarını bildiğimizden, bir gülümseme ya da tanıyıcı bir bakışla karşılık verirsek kafayı yediğimizi düşünebiliriz; şöyle ki, bunlar madenler ve tanımadığımız insanlardır. Bu sınırın ötesinde, kendi bölgelerine çekilirken, denizin ışıltılı kızları her gülümsediklerinde, uçurumun çıkıntılarına yapışan püsküllü deniz salyangozlarına ya da akıntıların taşıdığı yumuşak deniz yosunuyla süslenmiş başı, cilalı bir taş gibi pırıl pırıl parıldayan gözleriyle suda yaşayan bir yarı tanrıya dönüşüyorlardı. Bu yaratıklara doğru eğilip şeker ikram ediyorlardı; bazen tufanlar, geçe kalmış, güler yüzlü ve mahcubiyetini belli eden, karanlığın derinliklerinden süzülerek gelen hayat dolu Nereid’in