“Evet, öyle de denebilir, evladım, Méséglise çok güzel bir yerdir.” bıyık altı bir gülümsemenin ardından devam etti; “Fakat sen Méséglise’i nereden duydun?”
“Méséglise’i nereden mi duydun? Orayı kim bilmez, anlattılar; çok bahsettiler.” Bizim için önemli olan bir şeye başka insanların sahip olduğunu görünce yargılayıcı ifadeyle sorduğumuzdan suç işlemiş birisinin kendisini savunması misali cevap verdi.
“Şu kadarını söyleyeyim, oradaki kiraz ağaçlarının altında durmak, buradaki ateşin önünde tüm gün durmaktan iyidir.”
Onlara Eulalie hakkında bile güzel şeyler söylerdi. Çünkü Eulalie’nin ölümünden bu yana, Françoise’ın, ağza atacak tek bir lokması olmayan, açlıktan nefesi kokan, ardından, hiçbir işi beceremeyip zenginlerin cömertliği sayesinde ‘hava atan’ insanları sevdiği kadar onu sevdiği tamamen aklından çıkmıştı. Eulalie’nin pazardan pazara teyzemden ustalıkla ‘koparmayı’ başardığı paralar artık onun canını sıkmıyordu. Teyzem konusunda da Françoise her fırsatta methiyeler düzerdi.
“Peki Combray’deyken, hanımefendinin bir akrabasının yanında mı kalıyordunuz?” diye sordu genç uşak.
“Evet, Mme. Octave ile birlikteydim, ah çocuklar bir görseniz, âdeta melek gibi bir kadındı; evinde hiçbir şey eksik olmaz ve her şeyin de en iyisi olurdu; çok iyi kadındı; kekliklere, sülünlere, hiçbir şeye acımazdı; akşam yemeğine beş altı kişi çıkagelse, her zaman onların önüne koyabileceği en güzelinden eti, birinci kalite kırmızı ve beyaz şarabı, dilediğiniz her şeyi muhakkak bulundururdu.” (Françoise ‘acımak’ olarak dile getirdiği kelime, La Bruyère’in kullandığı türdendi.)12 “Aylarca, yıllarca kalan akrabalarından sarfiyatlar için tek kuruş para istemezdi. (Françoise bu ifadeyi kullanırken kelimeyi ağzında gevelemedi çünkü ‘sarfiyatın’ yalnızca resmî yerlerde kullanılmadığı, masraf anlamına geldiği bir döneme aitti.) “Ah, o evden kimse eli boş çıkmazdı. Papaz efendinin her zaman bize söylediği gibi, Tanrı’nın huzuruna erişebilecek bir kadın varsa o kadın Mme. Octave’dır. Zavallı hanımefendinin o tiz sesinde söylediği şu sözleri hâlâ aklımda: “Bildiğin üzere Françoise, artık hiçbir şey yiyemiyorum fakat sanki yiyormuşum gibi diğerleri için yemekler yapılsın isterim.” Yemekler onun için değildi elbette. Onu bir görseydiniz, bir torba kirazdan daha ağır değildi; öyleydi. Beni hiçbir zaman dinlemedi, doktora gitmeyi asla kabul etmedi. Ah, bir an önce yiyip sofradan kalkacağınız türden bir ev değildi orası. Hizmetçilerinin düzgün beslenmesini isterdi. İşte daha bu sabah olanlar, ağzımıza bir lokma atacak fırsat bulamadık; başımızı kaşıyacak vaktimiz yok.”
En çok da babamın parçalara ayırdığı peksimetler onun sinirini bozuyordu. Babamın bunu sırf zaman geçirmek ve Françoise’a bir ‘oyuncak’ olması için yaptığından emindi. “Doğruyu söylemek gerekirse, ben hiç böyle bir şey görmedim.” diye tasdikledi genç uşak. Bunu sanki her şeyi görmüş de bütün ülkeleri ve onların bin yıllık geleneklerini barındırdığı tecrübelerine dayanarak hiç böyle peksimet yeme şekline şahit olmamış gibi söylüyordu. “Peki, peki.” diye mırıldandı başuşak, “Fakat hepsi değişebilir; Kanada’da insanlar greve gidecekmiş hatta Bakan, geçen akşam beyefendiye bu iş için iki yüz bin frank aldığını söyledi.” Bunu söylerken ses tonunda herhangi bir kınama yoktu. Bakan son derece dürüst bir adamdı fakat bütün siyasetçileri güvenilmez olarak gördüğünden, zimmetine para geçirme suçuyla sakız çalmak onun gözünde denkti. Bu tarihî lafları doğru duyup duymama konusunda kendisini sorgulamadı bile, suçlunun bir bir anlattıklarını dinleyip hâlâ babamın onu evden kovmamasına da şaşırmıyordu. Ne var ki, Combray felsefesi, Françoise’ın Kanada’daki grevlerin peksimet olayına bir etkisi olur mu diye girdiği beklentiyi ortadan kaldırmıştı. “Dünya döndüğü müddetçe, bizi koşturmaya devam edecek olan efendiler ve onların emirlerini yerine getirecek hizmetkârlar var olacaktır.” Bu daimî hareket teorisini çürüten (muhtemelen Françoise’ın akşam yemeğinin süresini hesaplarken kullandığı zaman ölçülerini kullanmayan) annem, saatin son çeyreğinde şöyle söyledi:
“Ne yapıyorlar anlam veremiyorum? Tam iki saattir akşam yemeğindeler.”
Ardından çekingen bir edayla üç ya da dört kez zili çaldı. Zili duyan Françoise, onun uşağı ve başuşak, bu sesi kendilerine yapılmış ve cevaplamaları gereken bir çağrıdan ziyade, konser veren bir grubun bir sonraki eserlerini sahnelemeden önce akort ettiği enstrümanlarından çıkan, birkaç dakika içerisinde verilen aranın da biteceğini belirten bir ses gibi algıladılar. Zil sesleri tekrarlanıp daha da ısrarlı bir hâle büründüğünde, hizmetçilerimiz de dikkatlerini vermeye başladılar, yükselen zil seslerinden fazla zamanlarının kalmadıklarını ve çalışmaya devam etmeleri gerektiğini anladıklarında derin iç çekip işlerinin başına geçtiler; genç uşak kapının önünde sigara içmek için alt kata inerken, Françoise ise, bizimle ilgili; “Bugün yine formdalar.” tarzında kınayıcı birkaç fikrini belirttikten sonra çatı katındaki eşyalarını düzenlemek üzere yukarı çıktı, o sırada başuşak da özel yazışmalarını tamamlayabilmek için not kâğıdı almaya odama çıktı.
Uşakların bariz gerginliğine rağmen, Françoise en başından beri, Guermantes’ların çok eski zamanlardan beri bu konakta oturmadıklarını fakat yakın geçmişte kiraladıklarını ve ne tarafta olduğunu bilmesem de dairelerinin baktığı bahçenin tıpkı sokak boyunca uzanan diğer bahçeler gibi çok ufak olduğu konusunda beni bilgilendiriyordu; çok geçmeden anladım ki orada ne hendek ne darağacı ne müstahkem13 değirmen ne gizli oda ne sütunlu güvercinlik ne derebeyliğine ait bir fırın ne öşür ahırı, ne zindan ne asma köprü hatta ne gişeler ne imtiyazlar ne siperler ne de hatıra anıtları… Hiçbiri yoktu. Ama Balbec Körfezi, bütün gizemini kaybedip benim için, dünya üzerindeki tuzlu suların, diğerleriyle yer değiştirdiği sıradan parçalardan biri hâline geldiğinde, tıpkı Elstir’in, Whistler’ın Mavi ve Gümüş Armoniler adlı eserindeki opal körfezi Balbec’e benzeterek ona bir kişilik kazandırması gibi, Guermantes ismi, son yerleşkenin Françoise’ın çekiç darbeleriyle yok olduğuna şahit olduğunda, babamın eski dostu bize dönüp Düşes’ten söz ederken şunları söyledi: “Saint-Germain banliyösündeki ilk hanımefendi oydu; Saint-Germain banliyösündeki en önemli ev onunkiydi.” Kuşkusuz, Saint-Germain banliyösündeki en seçkin salon, önde gelen bu evin, hayalini kurduğum diğer konaklardan eksik kalır yanı yoktu. Yine de bu evin (muhtemelen son olacak) mütevazı olsa da maddi bileşenlerinin tamamen ötesinde gizli bir farklılığı vardı.
Mme. de Guermantes’ı sabahları yaya, öğlenleri de arabasıyla evinden çıkarken gördüğümde, ismini şahsından bulamadığımdan isminin sırrını arkadaşlarında, evinin oturma odasında aramayı kendime birincil hedef olarak belirlemiştim. Aslında daha öncesinde bir kez Combray’deki kilisede hanımefendi bana, göz kamaştırıcı bir başkalaşım şeklinde görünmüş, paramparça olmuş hayallerim yerini, Guermantes isminin ve Vivonne kıyısındaki öğleden sonralarının rengine bürünen göz ardı edilemeyecek kadar büyüleyici yanaklarına bırakmıştı; tıpkı kuğu ya da söğüte dönüşmüş ve artık tabiatın kurallarına boyun eğerek suyun üzerinde süzülmeye ya da rüzgârda savrulmaya mahkûm bir tanrı ya da peri misali. Oysa bu ışıltı neredeyse tamamen gözden kaybolduğunda, gün batımından sonra yansıyan pembe-yeşilimsi kızarıklığın, kürek darbeleriyle bölünmesinin ardından yeniden oluşurcasına ortaya çıkması gibi düşüncelerimin yalnızlığındaki o isim de çok geçmeden yüzümdeki ifadeyi sahiplenmişti. Fakat artık Mme. de Guermantes’ı