Bir isim, kalıba soktuğumuz bilinmezliğin imgesini bizlere sunarken aynı zamanda bizim için de gerçekte var olan bir yeri işaret ediyor, bizi bu gerçek yer ile bilinmezliği özdeşleştirmeye öylesine zorluyor ki bir noktada âdeta şehirde somutlaştırmak bir kenara, isminin tınısından bile çıkartamayacağımız bir ruhu aramaya başladığımız bir yaşta, bu isim, alegorik resimlerde olduğu gibi sadece kentlere ve nehirlere bireysellik bahşetmez, fiziksel evreni harika insanlarla, farklılıklarla süslemez; ve dahası, her nehrin bir perisi, her ormanın bir ruhu olduğu gibi tarihe geçmiş her evin, şehrin ve ülkenin de hanımı, perisi vardır. Bazen, isminin ardına saklanan peri, yaşadığı hayal gücümüzdeki gidişatına uygun bir şekle dönüşür; bu yüzden Mme. de Guermantes’ın benim içimde yarattığı atmosfer buydu, yıllardır büyülü bir sokak lambasının ya da boyalı bir pencereden yansıyan ışığın aydınlattığı bir gölgeden başka bir şey değilken, bambaşka hayaller, akmakta olan derenin köpüren serinliğiyle kaplandığında, renkleri solmaya başlamıştı.
Yine de ismin tekabül ettiği gerçek kişiyle temasa geçersek, peri yok olup gider çünkü o zaman isim, kişiyi yansıtmaya başlar ve o kişide periye ait hiçbir şey kalmaz; kendimizi o kişiden uzaklaştırırsak peri yeniden canlanabilir, fakat onun yanında kalmaya devam edersek, kuşkusuz periyle birlikte onun ismi de ölür, tıpkı peri Mélusine’in ortadan kaybolduğu gün soyları tükenen Lusignan ailesi gibi. O zaman, esasında hiçbir zaman tanışmadığımız bir yabancı kadının güzel portresini bulup art arda yaptığımız “restorasyonlar” aracılığıyla sonunda bulabileceğimiz isim, sokakta yanımızdan geçen bir kişiyi tanıyıp tanımadığımıza, selam verip vermeyeceğimize karar vermek için başvurduğumuz basit bir fotoğraflı kimlikten ibaret olur. Ancak geçmiş yıllardan kalma bir hissin, -şarkı söyleyen ya da şarkıyı çalan çeşitli sanatçıların sesini ve tarzını koruyan kayıt cihazları gibi- hafızamızın bu ismi, kulağımızda tıpkı o zamanlardaki gibi kendisine özgü tınısıyla işitmemizi sağladığında, görünüşte isim değişmemiş olsa bile farklı zamanlarda aynı hecelerin bizim için ifade ettiği rüyaları birbirinden ayıran mesafeyi hissederiz. Mazide kalmış bir baharda yankılanan sesin berraklığından, bir an için bile olsa, resim yaparken kullandığımız küçük tüplerden boyayı çıkarır gibi, her zaman hatırlayacağımıza kendimizi inandırdığımız, unutulmaya yüz tutmuş, esrarengiz, taze ve doğru nüansı çıkarabiliriz; işte o zaman, kötü bir ressam gibi bir tuval üstüne yayılan geçmişimizin tamamını, alışılagelmiş ve uyarılmamış hafızamızdaki benzer tonlarla boyayabiliriz. Buna karşılık geçmişi oluşturan anların her biri, özgün bir eseri oluşturmak için artık pek de aşina olmadığımız günlerin renklerini eşsiz bir uyum içinde kullanmaya başlardı; bu hususta, bunca yıldan sonra şans eseri “Guermantes” ismi bir anlığına da olsa bugünkünden çok daha farklı olan ve duyduğum zaman bana Mlle. Percepied’in düğünündeki göz kamaştırıcı genç Düşes’in kabarık fularındaki -öylesine narin, öylesine parlak ve öylesine yeni- leylak rengini ve âdeta üzerinde yeniden hayat bulan, yeni olgunlaşmış Cezayir menekşesi gibi masmavi bir tebessümle ışık saçan gözlerini hatırlatan bu tınıya hâlâ hayret ederim. O günlerde Guermantes ismi de oksijen ya da bir tür gazla doldurulmuş küçük balonlar gibidir; balonu patlatıp içindekini dışarıya çıkardığımda o yılın, o günün Combray’sinin havasını, meydanın köşesinden esen, yağmurun habercisi olan, kâh güneşi sarıp sarmalayan kâh kilisenin kutsal odalarındaki kırmızı yünlü halının üstünde dağılarak parlak bir sardunya kırmızısına büründüren rüzgârın taşıdığı alıç kokusunu ve tabiri caizse, düğün eğlencelerini etkileyici kılan Wagner düzenine özgü neşesini içime çekerim. Fakat başlangıçtaki varlığın kıpırtılarının ve günümüzde sessiz, ölü olan hecelerin içinden oyup çıkarılarak şekil aldığını birdenbire hissettiğimiz bu nadir anların dışında bile, günlük hayatın baş döndürücü telaşında yalnızca en pratik amaçlara hizmet eden isimler, çok hızlı döndürüldüğünde yalnızca gri gözüken rengârenk bir topaç gibi tüm renklerini yitirmiş olsalar bile, derin düşüncelere daldığımız zaman, geçmişe geri dönebilmek için içinde bulunduğumuz daimî hareketi durdurmanın, sakinleştirmenin yollarını ararız; fakat her seferinde aynı ismin, yaşamımız boyunca tamamen birbirinden farklı renklerle yavaş yavaş belirdiğine şahit oluruz.
İlk dadımın bana uyumadan önce söylediği o eski şarkıyı, Gloire à la Marizinse de Guermantes1 -muhtemelen o da benim gibi bu şarkının kimin şerefine yazıldığını bilmiyordu- hatırladığımda ya da bundan birkaç yıl sonra kıdemli Mareşal Guermantes, Champs-Élysées’de beni durdurup: “Ne kadar da güzel bir çocuk!” diyerek şeker kutusundan çıkarttığı bir çikolatayı bana verip bakıcımı pohpohladığında, Guermantes isminin aklımda nasıl canlandığını elbette söyleyemem. Bebeklik yıllarım artık benim parçam değildir, benden ayrılar; tıpkı biz doğmadan öncesinde olanlar gibi onlar hakkında da yalnızca başkalarının anlattıklarından bilgi edinebilirim. Fakat yakın zamanda, bu ismin beni işgal ettiği dönemde, art arda yedi sekiz farklı şekil buluyorum; en eskileri en güzelleriydi; artık savunulamaz bir hâle getirilen, konumunu terk etmeye gerçeklik tarafından zorlanan düşüncelerim, her seferinde daha da uzaklaşıyor, çok geçmeden geri çekilmek zorunda kalıyordu. Ve Mme. de Guermantes ile eş zamanlı olarak evi de değişiyordu, kendisi de bu isimle dünyaya gelmişti, yıldan yıla kulağıma gelen sözcüklerle düşüncelerimin tonları bereketleniyordu; ev, tıpkı bir bulutun ya da bir gölün yüzeyi gibi aynalara dönüşen taşlardan onları yansıtıyordu. Aslında hükümdarların hanımlarıyla beraber vasallarının2 yaşamasına ya da ölmesine karar verdikleri, bir tepeye konuşlanmış turuncu bir ışık şeridinden ibaret olan, herhangi bir kitleye sahip olmayan bu zindanlar -havanın güzel olduğu yaz ayının öğleden sonralarında ailemle birlikte Vivonne boyunca yürüdüğümüz o “Guermantes Tarafı”nın en sonunda- yerini, Düşes’in bana alabalık tutmayı, bölgenin etrafındaki duvarları süsleyen kırmızı ve mor salkımlardan oluşan çiçeklerinin isimlerini öğrettiği dalgalı akarsuları olan bir araziye bırakmıştı; daha sonra, Guermantes’ın soylu ırkına layık, çağlara meydan okurcasına ayakta duran oyulmuş ve yıllanmış bir kule gibi, hikâyelere ve şiirlere konu olan antik mirası Fransa’nın üzerinde yükseliyordu bile; öyle ki Notre-Dame ve Chartres Katedrallerinin yükseldiği yerlerdeki gökyüzünde hâlâ boşluklar vardı, öyle ki Laon Tepesi’nin zirvesinde, Ağrı Dağı’nın zirvesindeki Nuh’un Gemisi misali Tanrı’nın öfkeli olup olmadığını görmek için endişeli bir şekilde pencerelerinden eğilen patrikler3 ve peygamberlerle