Alt-Muhafız “Yiyecek istemeye ne hakkı var ki!” derken, Şansölye sözünü kesip alçak sesle “Tamam! Hizmetkârlar bakarlar çaresine.” dedi.
Avluya bakan pencerenin yanına giden Uggug, “İşte tam orada, bakın!” diye bağırdı.
Tam o sırada, “Nerede benim canım?” diyerek annesi küçük canavarın boynuna sarıldı. Neler olduğunu anlamayan Sylvie ve Bruno hariç hepimiz, pencereye kadar onu takip ettik. Yaşlı dilenci, aç gözlerle bize doğru bakıyordu. “Sadece bir parça kuru ekmek, Ekselansları!” diye yalvardı. İyi, yaşlı bir adamdı ama çok hasta ve bitkin görünüyordu. “Sadece bir parça kuru ekmek için yalvarıyorum size! Sadece ekmek ve su!” diye tekrar etti.
Uggug başından aşağı bir sürahi suyu dökerek “Al sana su!” diye bağırdı.
Alt-Muhafız “Aferin sana oğlum! Böyle insanlara ancak bu yapılır!” diye karşılık verdi.
Eşi de “Akıllı çocuk! Örnek bir insan davranışı bu öyle değil mi?” dedi.
Dilenci, ıslanan yırtık cübbesini silkeleyip yukarıya doğru dik dik bakarken Alt-Muhafız “Bir sopa çekin şuna en iyisi!” diye bağırdı.
Leydim yine lafa karışarak “Hatta kızgın demir çubukla vurun da görsün!” diye bağırdı.
Muhtemelen şu anda kızgın, demir bir çubuk yoktu ortalıkta. Ama dilencinin etrafı hemen birkaç tane eli sopalı adamla çevrildi. Zavallı dilenci oldukça asil bir şekilde onlara el sallayarak, “Yaşlı kemiklerimi kırmanıza gerek yok. Hemen gidiyorum. Kuru ekmek bile istemem!” deyip uzaklaştı.
Tam yanımda, Bruno “Zavallı adam!” diye iç geçirerek pencerenin kenarından erikli kekini atmaya çalışıyordu ama Sylvie, onu tutup geri çekti.
Sylvie’nin kollarından kurtulmaya çalışan Bruno “Benim kekimden yiyebilir!” diye bağırdı.
Sylvie nazikçe “Elbette hayatım ama keki fırlatma. Bak görmüyor musun, çoktan gitmiş bile. Gel arkasından gidelim.” dedi. Yaşlı dilenciyi izlemeye dalmış diğer insanlara fark ettirmeden Bruno’yu kolundan tuttu ve birlikte dışarı çıktılar.
Düzenbazlar yerlerine dönüp hâlâ pencerenin kenarında duran Uggug duymasın diye, alçak sesle konuşmaya devam ettiler.
Bu arada Leydim, “Yeni anlaşmaya göre, Bruno’nun muhafızlığı nasıl olacak peki?” diye sordu.
Şansölye, pis pis gülerek alçak sesle “Anlaşmada hiçbir değişiklik yok. Harfi harfine aynı! Sadece küçük bir farkla; Bruno yerine Uggug yazma cüretinde bulundum.” dedi.
“Uggug ha!” diye bağırdım, yapılan bu haksızlık karşısında kızgınlığımı daha fazla gizleyemeyerek. O an tek bir kelimeyi söylemek bile çok gayret gerektiren bir iş gibi gelmişti bana ama ağzımdan çıktıktan sonra tüm zorluk ortadan kalktı; ansızın gelen bir rüzgâr tüm bu sahneyi sildi ve ben kendimi, dik oturmuş, vagonun diğer köşesinde bulunan, yüzündeki tülü çıkarmış keyifli fakat şaşkın bir yüz ifadesiyle bana bakan bir genç hanıma gözlerimi dikmiş hâlde buldum.
5.BÖLÜM
Dilenci’nin Sarayı
Uyanmaya çalışırken bir şey dediğime eminim. Sanki bunu belli etmese de yol arkadaşımın yüzündeki irkilme ifadesi yeterli delil değilmiş gibi bir de o çığlık hâlâ kulaklarımda yankılanıyordu. İyi de nasıl özür dilemeliydim acaba?
En sonunda kekeleyerek “Umarım sizi korkutmamışımdır. Ne dediğim hakkında hiçbir fikrim yok. Rüya görüyordum da…” deyiverdim.
Genç Leydi, ağırbaşlı görünmeye çalışsa da her an gülümsemeye dönüşecekmiş gibi titreyen dudaklarıyla, “ ‘Uggug ha!’ dediniz. Hatta resmen bağırdınız!” dedi.
Pişmanlıkla “Çok özür dilerim.” dedim. Uyanık olduğumdan hâlâ şüphe ederek içimden “Gözleri Sylvie’ninkilere ne kadar da benziyor! Hatta o sevimli, meraklı ve masum görünüş de aynı Sylvie! Ama Sylvie’de böyle kararlı görünen dudaklar, sanki çok uzun zaman önce büyük bir üzüntü yaşamış kişilere has hüzün yok.” diye geçirdim. Ardından zihnime doluşan yoğun düşünce ve hayaller Leydi’nin konuşmasını duymamı engelledi.
“Elinizdeki bir Korku Kitabı olsaydı eğer, hayaletler hakkında bir şeyler – veya Dinamit – veya Gece Yarısı Cinayeti, o zaman durumunuzu anlayabilirdim çünkü bu kitaplar size kâbus gördürmüyorsa üç kuruş bile etmezler! Fakat elinizdeki kitabın yalnızca tıbbi incelemeler içeren bir kitap olduğunu düşününce…” diyerek ufak bir omuz silkişiyle okurken uyuyakaldığım kitabı ima etti.
Dostluğu ve içtenliği beni resmen afallatmıştı. Çocuk cesur veya cüretkâr değildi – çocuktu veya tıpkı bir çocuk gibi görünüyordu; en fazla yirmi yaşında gösteriyordu – sadece dünya toplumunun gelenek ve göreneklerine – hatta barbarlığına – alışık olmayan ziyaretçi bir meleğin masum açık sözlülüğüyle konuşuyordu. “Öyle bile olsa Sylvie bir on yıl daha bakacak ve konuşacak mıydı?” diye derin düşüncelere dalmıştım ki cesaretimi toplayıp, “Gerçekten korkunç olmadıkça hayaletlere aldırmıyorsunuz o hâlde öyle değil mi?” diye sordum.
“Evet öyle. Olağan Demir Yolu-Hayaletleri – yani olağan Demir Yolu-edebiyatının Hayaletleri demek istiyorum – çok zayıf olaylardır. Alexander Selkirk gibi ‘Uysallıkları benim için şok ediciydi!’ diyesim geliyor. Hem hiç Geceyarısı Cinayetleri işlemiyorlar. Hayatlarını kurtaracağını bilseler bile pıhtılaşmış kan içinde debelenmezlerdi.”
“ ‘Pıhtılaşmış kan içinde debelenmek’ oldukça etkileyici bir ifade oldu! Acaba herhangi bir sıvı içinde de yapılabilir mi bu merak ediyorum doğrusu.”
Sanki bu konuyu çok önceden düşünmüş gibi, “Sanmıyorum! Yoğun bir şey olması gerekiyor. Mesela, bir ekmek sosunun içinde debelenebilirsin. Hem rengi beyaz olduğundan bir Hayalet için daha uygun olur. Tabii debelenmek istediğini varsayarsak…” dedi.
“O kitapta gerçekten korkunç bir hayaletiniz var mı?” diye sordum.
Bütün içtenliğiyle “Bunu nasıl bildiniz?” deyip kitabı elime verdi. İyi bir hayalet hikâyesinin vereceği nahoş heyecandan çok araştırmalarının konusunu “esrarengiz” bir şekilde tahmin etmiş olmamın vermiş olduğu bir sabırsızlıkla kitabı açtım.
Bir Ev Yemekleri kitabıydı ve “Ekmek Sosu” başlıklı sayfa açıktı.
Leydi şaşkınlığım karşısında kahkaha atarken ben boş bakışlarla kitabı kendisine iade ettim. “Sizi temin ederim ki bazı modern hayalet hikâyelerinden çok daha heyecanlı bu. Geçen ay bir tane hayalet vardı mesela – tabii ki gerçek bir hayaletten bahsetmiyorum-bir dergide görmüştüm. Kesinlikle çok tatsız bir hayaletti. Bir fareyi bile korkutamazdı. Hatta birilerinin kendisine yer vereceği cinsten bir hayalet değildi.”
Kendi kendime, “Demek ki 70 yaşında, kel ve gözlüklü biri olmanın da kendince avantajları varmış!” dedim. “Birbirleriyle, korkunç aralıklar verip kekeleyerek konuşmaya çalışan mahcup bir oğlan ile bir bakire yerine, yaşlı bir adamla bir çocuk, çok rahat bir vaziyette sanki yıllardır birbirlerini tanıyorlarmış gibi konuşuyorlar!”
“O hâlde…” diyerek yüksek sesle devam ettim, “bazen bir hayalete oturmasını mı söylemeliyiz. İyi de bunun için yetkimiz var mı? Mesela Shakespeare’de; onun hikâyelerinde birçok hayalet vardır. Peki Shakespeare hiç ‘Sandalyeyi Hayalet’e verir.’ şeklinde bir