İstasyon şefi, adamın yanına gidip kabaca “Kalk git buradan! Kalk da senden daha iyileri otursun!” diye bağırdı. Ardından daha kibar bir dille kadına dönüp “Buyurun oturun Leydim, eğer biraz oturursanız tren birkaç dakika içinde gelir.” dedi. Bu dalkavukluğunun sebebi çok açıktı. Leydi’nin bavullarının üzerinde “Leydi Muriel Orme, Elveston yolcusu, Fayfield Kavşağı üzerinden gidecek.” yazıyordu.
Yaşlı adamın zar zor yerinden kalkıp aksayarak yürüyüşünü izlerken şu dizeler geldi aklıma:
Çuval bezinden yapılma kanepeden doğruldu Keşiş,
Güç bela dayanarak bitkin kollarına;
Dökmüştü karlarını yüz yıl
İnce bukleleriyle gür sakalına.
Fakat Leydi olan bitenin pek farkında değildi. Bastonuna dayanarak zar zor yürümeye çalışan “yerinden kovulmuş adama” bakıp bana döndü. “Ne olursa olsun, bu, Amerikan tarzı bir sallanan sandalyenin yerini tutmaz.” diyerek bana da yer açmak için yana doğru kaydı. “Yine de Hamlet’in sözcükleriyle ‘Dinlen, dinlen…’ ” dedi ve kahkahalara boğuldu.
Onun yerine “Perişan Ruh!” diye ekleyerek cümlesini tamamladım. “Evet bu tam olarak bir demir yolu yolcusunu tanımlıyor.” Tren perona yanaşırken “Ve burada bir örneği var.” diye ekledim. Görevliler etrafta koşuşup vagon kapılarını açıyorlardı; birisi, kapıyı açıp yaşlı adama üçüncü sınıf vagona binmesi için yardım ederken, başka biri de saygıyla eğilerek Leydi ve beni yapmacık bir mütevazılıkla birinci sınıf vagona yönlendirdi.
Yol arkadaşım, görevliyi takip etmeden önce, bir süreliğine durup yaşlı adamı izledi. “Zavallı yaşlı adam! Ne kadar da güçsüz ve hasta görünüyor! Onu bu şekilde kovmak ne kadar utanç verici bir davranış. Çok üzüldüm onun için!” Tam o sırada, bu sözleri bana söylemediğini fark ettim. Farkında olmadan kendi kendine yüksek sesle konuşuyordu. Birkaç adım ilerleyip vagona binmesini bekledim ve kaldığımız yerden, tekrar konuşmaya başladım.
“Shakespeare trenle seyahat etmiş olmalı, sadece rüyasında bile olsa; ‘Perişan Ruh’ epey mutlu bir ibare. ‘Perişan’ kelimesi ile şüphesiz demir yollarına özgü duygusal kitapçıklara atıfta bulunuyor. Buhar, hiçbir şey yapmadıysa bile en azından İngiliz Edebiyatı’na yeni bir tür ekledi.”
“Öyle tabii!” dedim. “Bütün tıp kitaplarımızın ve yemek kitaplarımızın gerçek çıkış noktası…”
Hemen araya girip neşeyle “Hayır! Hayır! Bizim edebiyatımızı kastetmiyorum. Biz oldukça olağan dışıyız. Ama kitapçıklar yani on beşinci sayfada katilin, kırkıncı sayfada da düğün sahnesinin ortaya çıktığı, küçük, heyecanlı aşk hikâyeleri buhar yüzünden değil mi?” diye sordu.
“Eğer sizin teorinizi geliştirmeye kalkarsam trenler elektrik ile çalışmaya başladığında kitaplar yerine broşürlerimiz olacak, düğünle cinayet de aynı sayfada gerçekleşecek.”
Leydim, heyecanla, “Bu Darwin’e yakışır bir gelişme! Yani siz sadece onun teorisinin tersini anlatıyorsunuz. Bir fareyi file evrimleştirmek yerine, fili fareye evrimleştirdiniz.” dedi. O sırada bir tünele girdik ve ben arkama yaslanıp bir dakikalığına gözlerimi kapattım ve en son gördüğüm rüyadaki birkaç olayı hatırlamaya çalıştım.
Uykulu uykulu “Gördüğümü sandım…” diye mırıldandım ve ondan sonra, bu sözcük öbeği çekimini yapmamla “Sen gördüğünü sandın, o gördüğünü sandı…”ya dönüştü ve sonra birdenbire bir şarkı hâline geldi:
Flütle antrenman yapan
Bir Fil gördüğünü sandı.
Tekrar bakınca anladı ki
Bir mektup bu karısından.
“En nihayet kavrıyorum.” dedi,
“Hayatın acılığını.”
Bu tuhaf şarkıyı söyleyen nasıl da deli bir varlıktı öyle! Bir Bahçıvan’a benziyor – yine de kesinlikle delinin biriydi, tırmığını savuruşuyla, hatta daha da delirdi zaman zaman cig dansı yapmaya başlamasıyla, hatta en deliydi kıtanın son sözcüklerini haykırışıyla!..
Bir filin ayaklarına sahip olduğunu söylemesi kendiyle ilgili bir tanımlamaydı ama geri kalan kısmı bir deri bir kemikti. Ayrıca, her yerini kaplayan birkaç tutam saman çöpü başta tamamen samanla doldurulmuş olduğunu, şimdi ise tüm dolgunun boşaltılmış olduğunu gösteriyordu.
İlk mısranın sonuna kadar Sylvie ve Bruno sabırla beklediler. Daha sonra Sylvie çekinerek ilerledi (Bruno bir anda utangaç oluvermişti.), kendini “Benim adım Sylvie!” diyerek tanıttı.
Bahçıvan “Peki o diğer şey kim?” diye sordu.
Sylvie etrafına bakıp, “Hangi şey?” diye karşılık verdi. “Ha, o mu? Erkek kardeşim Bruno.”
Bahçıvan endişeyle “Dün de senin kardeşin miydi?” diye sorunca yavaş yavaş yanlarına gelen Bruno, kendisi konuşmaya katılmadan hakkında konuşulmasından memnun olmamış gibi “Elbette!” diye bağırdı.
Bahçıvan “Güzel!” dedi. “Buralarda her şey bir anda değişiveriyor. Ne zaman bir şeye baksam değişmiş görüyorum. Ama görevimi yapıyorum. Erkenden saat sabahın beşinde kıvranarak kalkar…”
Bruno “Senin yerinde olsam bu kadar erken kıvranmaya başlamazdım.” deyip Sylvie’ye döndü ve alçak sesle “Solucan olmak kadar kötü bir şey bu!” diye ekledi.
Sylvie “İyi ama sabah sabah bu kadar tembellik yapmamalısın Bruno. Biliyorsun ki erken kalkan kuş solucanı kapar!” dedi.
Bruno da esneyerek “Seviyorsa kapar!” diye karşılık verdi. “Ben solucan yemeyi sevmem. Erken kalkan kuş bütün solucanları toplayana kadar yataktan kalkmam ben!”
Bahçıvan “Bana böyle küçük yalanları söyleyecek yüze sahip olmana şaşıyorum doğrusu!” diye bağırınca Bruno fısıldayarak “Küçük yalanlar söylemek için bir yüze değil ağza ihtiyaç var.” diye karşılık verdi bilgece.
Sylvie konuyu değiştirmek için hemen araya girip “Bütün bu çiçekleri siz mi ektiniz?” diye sordu. “Ne kadar güzel bir bahçe yapmışsınız. Biliyor musunuz hep burada yaşamak isteyebilirim!”
Bahçıvan “Kış gecelerinde…” diye söze başlayınca Sylvie “Gerçi buraya niye geldiğimizi az kalsın unutacaktım.” diye araya girdi. “Lütfen bize yolu gösterir misiniz? Buralarda yaşlı bir dilenci vardı az önce. Karnı çok açtı. Bruno ona kekini vermek istiyor da…”
Bahçıvan cebinden bir anahtar çıkarıp, bahçe kapısını açarken “İşte benim yerimin değeri de ancak bu kadar!” dedi.
Bruno “Değeri ne kadarlar ki?” diye masumca sordu.
Ama Bahçıvan hiçbir şey demeden sadece gülümsedi. “Bu bir sır!” deyip, çocukların arkasından “Çabuk gidip gelin!” diye bağırdı. Kapıyı tekrar kapatmadan önce, ancak onları takip edebilecek kadar zamanım olmuştu.
Aceleyle ilerledik, az sonra yaşlı Dilenci’yi, yaklaşık iki yüz elli metre ötemizde yürürken gördük. Çocuklar onu yakalayabilmek