– Biraz önce anasını rüyamda gördüm. Buradaydı, gözlerimle gördüm.
Öylesine gerilmiştim ki “Gördüğün son şey olsun!” diye haykırdım. Artık sabrım taşmıştı.
– Çocuğu yok et! Onu yok etmezsen, ben bu evden gideceğim, dedim.
Beraberce çocuktan kurtulmaya o gece karar verdik. Noel’e az kalmıştı. Kış çok ağır geçiyordu. Gece yarısı sessizce köyden iki kilometre uzaktaki demir yoluna doğru yola çıktık
Çocuğundan ayrılmak istemiyordu. Bir zamanlar rüyasında üç yolcu görmüştü. Onlar kocama gelip, biz Tanrı’nın emrini yerine getirmeye geldik demişler ve “Sen Tanrı’yı seviyor musun?” diye sormuşlar. Kocam düşünmeden “Evet.” diye cevaplamış. “O zaman oğlunu al ve Kutsal Dağa götürüp onu kurban et.” demiş yolcular. Kocam oğlunu öldürmeye asla kıyamazdı. Oğlunu çok severdi ve bu çocuk karısından kalan tek hatıraydı. Çocuğu çok sevdiğini ve ona dokunamayacağını yolculara söylemiş. Ama bir taraftan da Tanrı’ya olan sevgisi ağır basmıştı. O sabah erkenden yolcuların söylediği Kutsal dağa gitmiş, çocuğu kucağına alıp dağın zirvesine çıkmış. Bu dağın tepesinden bütün vadiyi görebilmek mümkün. O dağın tepesine vardığında çocuğunu sevgiyle yüzünden öptükten sonra bebeğin kollarını ve ayaklarını bağlayıp keseceği an rüyasındaki yolcular görünmüş ve kocamın bıçağı tutan elini tutup, “Bıçağı bırak, oğlunu kurban etme. Biz senin Tanrı’dan ne kadar korktuğunu öğrendik, onun dediğini iki etmedin, demek sen Tanrıyı seviyorsun. Tanrıya olan sevgini evlat sevgisinin üzerine koydun. Biz Tanrı’yı sevdiğinden emin olmak istemiştik.” demiş ve nasıl geldilerse öyle havaya sinip kaybolmuşlar. Kocam rüyasında oğlunu bağrına basıp koklamış ve o an kendini çok mutlu hissetmiş. Şimdi de rüyada olduğu gibi Tanrı’nın bir imtihanı olduğunu düşünüyordu. Bu yüzden çocuğu öldürmeye razı olmuştu. Rüyasında olduğu gibi çocuğu Tanrı’nın kurtaracağını düşünmüştü.
Gece zifiri karanlıkta demir yolunun geçtiği ormanın kenarına geldik. Çocuk avaz avaz ağlıyordu. Kocam çocuğu rayların üzerine koydu ama sonra birdenbire fikrini değiştirmiş gibi ağlayarak yeniden eline aldı. Çocuğa kıyamıyordu. Uzaktan ışıklar yanıyor trenin sesi geliyordu. Yerler titremeye başlamış, gelen korkunç sesten, trenin iyice yaklaştığını anlamıştık. Çocuğu vermek istemeyince, elinden kaptım. Götürüp demir yolunun üzerine koydum. Kocamı elinden tuttum, bana direniyordu, aniden demir yolunun kenarındaki geniş çukura beraberce yuvarlandık. Kocam ayağa kalkıp çukurdan çıkmaya çalıştı. Ama her seferinde tekrar çukura kayıp düşüyordu. Bedenini titreme sardı, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Tren korkunç bir hızla ilerliyordu. Trenin ışığı bebeğin üzerini aydınlatmaya başlamıştı, artık onu görebiliyorduk. Kocam tepeden tırnağa titremesine neden olan o manzarayı görünce, elleriyle gözlerini kapattı. Trenin çocuğu ezmesine çok az kalmıştı. Kocam, yüzünü, göğsünü tırmalıyor bir taraftan da Tanrı’ya yalvarıyordu:
– Tanrım benim seni ne kadar sevdiğimi biliyorsun. Beni affet, affet! Bu dehşeti durdur, yalvarırım sana. Durdur! Durdur!
Kafasını soğuk kara sokmuştu. Dün rüyasında gördüğü gibi meleklerin geleceğini düşünüyordu. Tanrı’dan yardım bekledi. Bir süre sonra trenin göz kamaştıran ışığı rayı aydınlattı. O anda bebeğin yanında beyaz elbiseli bir kadın gözüktü. Kadın rayın üzerindeki bebeği eline alarak karanlıkta gelen trene doğru sol elini kaldırdı. Dur, işareti yaptı. Hızla gelen tren hızını yavaşlatarak durdu. Kadın bebeği bağrına basıp sıkıca sardı ve demir yolunun kenarına çekildi. Tren ağır ağır hareket ederek yoluna devam etti. Gördüklerimize inanamamıştık.
– Bu benim karım, sevgili karım! Rahmetli karım! Dirilip gelmiş! Ben onu hemen tanıdım, dedi kocam.
Yüzünde ne bir sevinç ne de ıstırap vardı. Yukarıya, demir yoluna bakıyor, çamurlaşan karın içinde çırpınıyor ayakta duramıyordu. Tren gittikten sonra ışık kayboldu ve ortalığı yine karanlık sardı. Birbirimizin elinden tutup çukurdan demir yolunun kenarına çıktık. Az önce görünen beyaz elbiseli kadın gözden kayboldu. Beş altı adım attıktan sonra kocam rayların üzerindeki çocuğu gördü ve çok sevindi.
– Yavrum, yavrum benim, diye bağırarak çocuğun yanına koştu. Ve gözlerine inanamadı. Buz gibi donup kalmıştı. Arkasından ben de koşuyordum. Rayların üzerinde geriye sadece bebeğin sarılı olduğu örtü kalmıştı bebekse yoktu. “Allah’ım affet! Bu ne garip bir şey!” diye kocam rayların üzerine düştü. Başını yerlere vuruyor göğsünü tırmalayarak yerde yuvarlanıyordu. Uzun süre orda durduk. Biraz sakinleştikten sonra kendi gözlerimizle gördüğümüz kadından etrafta bir iz aradık ama hiçbir şey bulamadık. Şafak sökmeye, güneş çıkmaya başladı. Gün doğarken geri döndük. Kocamın içi sızlıyordu. Bu olayın etkisini üzerimizden atamadık, uzun süre birbirimizin yüzüne bile bakamadık. Aramız gün geçtikçe soğuyordu. Aradan fazla zaman geçmeden kocam kalp krizi geçirdi ve öldü.
Hatırladığım kadarıyla o rayın üzerinde kalan bebek örtüsünün yanında aynı buna benzeyen karton kapaklı bir kitap vardı. Onun dış kapağı kahverengi idi. Bu kitabın kapağı da kahverengi. Kitabı açar açmaz cin çarpmış gibi bu olay aklıma geldi. Böyle acı düşüncelerin kucağında iken dışarıdan o yazar geldi.
– Kapı kilitliydi, nasıl açtın? dedim.
– Sadece senin kapın değil, şimdi bana dünyanın bütün kapıları açık, diye neşeyle cevap verdi.
– Sen yoksa tımarhaneden mi kaçtın? diye sordum.
– Bu dünya zaten büyük bir tımarhanedir. Size kalsın! Ben bugün kaybolacağım, dedi yazar övünerek.
– İki adam geldi, seni arıyorlardı. Bütün evi altüst ettiler.
– Arıyorlar mıydı? Birisi uzun boylu, öbürünün de ön dişleri dağ sıçanına benziyordu değil mi, diye sordu yazar kahkahayla.
– Onlar şeytanın hizmetçileri. Şeytanın duasında kimler varsa bu kitabı asla okuyamayacak.
– Bu kitabı sen de okuyamayacaksın, sen de bir sokak kadınısın,diye bana aynadan bakıyormuş gibi konuşmaya başladı.
– Sana Tais Afinskaya dememin sebebi de buydu zaten. O da senin gibi iffetsiz kadınların sultanıydı. Büyük imparatorların metresiydi. Bu sürtük kadın uğruna bütün bir şehir yok edilmişti. Sen de ona benziyorsun. Kitabın kapağını açtığın zaman demir yolunda öldürmeye çalıştığın bebek, onun annesi ve kalp krizinden ölen kocan aklına geldi, değil mi?
Çok değişmişti. Tekrar görüştüğümüzde yine büyük bir haz alacağımızı düşünüyordum. Şimdi ise canımı sıkıp duruyordu.
– Sen benim kitabıma dokundun, pis ellerinle dokundun. Sana edilen beddualar tutar. Beynin kaynayacak, kan damarların sıvılaşacak. Dünyanın gelmiş geçmiş bütün fahişelerinin ruhları senin bedenini kapsayacak. Sonra da rahmine cin girecek ve sen kendini tutamaz hale geleceksin.
Sanki bir mahkeme kararı okuyordu.
– Biliyor musun dünya neden bozulur? Kötü rahimden, pis kokulu rahimden sadece kötü çocuk değil, onunla birlikte kötülük de doğar.
Aramızda bir süre sessizlik oldu. Bu sessizliği benim sorduğum soru bozdu.
– Sen kimsin? Peygamber misin yoksa evliya mısın? Kimsin?
Düşünceli bir halde pencereye doğru yürüdü. Çocuk gibi gülümseyip derin bir soluk aldıktan sonra kahverengi kapaklı kitabı eline aldı.