Uzun uzun ağladı. Kendi ağlamasını kendisi durduramıyordu, nihayet aynanın olduğu tarafa yöneldi, kendisini görmek istedi. İşte ayna şimdi tam karşısındaydı. İmparator hızla nefes alıp veriyordu, buz gibi olan aynanın üzeri buğulandı. Aynanın buzu erimeye başlayınca kendisini göreceği için sevindi.
Yıllardır kimseyle konuşmamıştı, belki de bu yalnızlıkta aynanın karşısında da olsa kendi kendiyle konuşmak ona iyi gelebilirdi. Yüzünü aynaya yaklaştırdı. Nefes alıp verdikçe aynanın üzeri buğulandı ve bu buğu küçük çiğ damlaları halini almaya başladı. Ama aynaya iyice bakınca içindeki umut aniden yerini üzüntüye bıraktı. Aynada “Kendimi göreceğim.” derken karanlıktan hiçbir şeyi göremedi.
İmparator’a göre dünyada bütün insanlık, bütün canlılar ölmüştü, sadece kendisi kalmıştı. Ama kendisini aynada göremeyince görme isteği daha da arttı. Tanrı bu adamı niye bu kadar acımasızca cezalandırıyor? Sessizlik uzayınca kendini ölmüş zannetti. Fakat gözlerinden akan yaşlar, ona hâlâ hayatta olduğunu hissettiriyordu. Gözlerinden akan yaş damlalarından birkaçını yere düşürmeden güçsüz ve bembeyaz kesilmiş elleriyle yakalayıp ağzına götürdü, susuzluktan içi yanıyordu. Elindeki iki damla gözyaşını aceleyle yalayıverdi. Tuzlu gözyaşları susuzluğunu daha da arttırdı. Az önce insanı su öldürecek demişti ama şu an içecek iki yudum su bile bulamıyordu. Yeniden aynanın karşısına geçip içindeki sıcak hava ile aynanın yüzünü yaladı. Aynanın yüzü yapış yapıştı, tadı gece boyu yanında kalmış çırılçıplak kadının vücudundaki teri hatırlattı ona. Rüzgâr mı getirdi onun resmini kafasına ya da kaynağı belirsiz duygular mı sebep oldu? Nedense o kadın şimdi aklına gelmişti, gelince de beynine musluktan damlayan su gibi yavaş yavaş düşünceler akmaya başlamıştı. Tam da tayin edilen hesaplanmış bir zamanda Tanrı’nın emriyle karşılaşmıştı sanki o kadınla. Tımarhaneden kaçtıktan sonra meyhanede tanışmıştı. Gece boyunca o kadınla beraber olduğu için karşılık olarak gökten gönderilmişyedi emirli Kutsal Kitabı kadına vermişti. Kutsal Sözleri insanlığa yaymak yerine bir kadınla beraber olmayı tercih etmesi yüzünden böyle cezalarla karşılaşıyordu. Belki de Kutsal Kitaba değer vermediği için hayatı boyunca kadının pis kokulu mahrem yerinde kalarak cezalandırılacaktı. Ama bu kadar kefaret de yeterli olamazdı. İmparator’a göre onu öldürecek tek şey beynine yavaşça akmaya devam eden damlalardı. Böyle bir ceza ne de olsa günün birinde yaşanacaktı. Ve o gün İmparator böyle bir karanlıktan kaçmaya karar verdi.
Hangi karanlıktan kaçmak istiyordu? Bu düşünceler aklına gelince tüyleri ürperir, vücudu titrerdi. Karanlıktayken karanlığı unutmak isterdi.
Karanlık düşüncesinden kurtulmak için yavaşça yerinden kalktı ve küçük adımlarla bir şeyini kaybetmiş kör bir adam gibi etrafını yoklamaya başladı. Dokunduğu şey de en azından duvar olsaydı iyi olurdu. Bir adım… İki adım… Hâlâ bir şey yok. Bir şey bulabilirse ölü ya da canlı olduğunun farkına varacaktı bu nedenle nasıl bir şeye dokunduğu hiç önemli değildi. Aradığı şey baktığı ayna değildi, çünkü öbür dünyanın ilk kapısı ayna olacak diye duymuştu, bu nedenle aynadan korkuyordu. Adımlar devam etti, parmaklarını kımıldatarak, ellerini önüne doğru kaldırdı ama hiçbir şey bulamayınca dünyada kimse kalmamış hissi artmaya başladı. Böyle olabilir miydi gerçekten? Bu kadar karanlıkta her şey karanlığın kendisi gibi sonsuz ve bilinmez gibiydi. Bir adım daha attı. Bu sırada şıp şıp diye az evvel duyup sonra unuttuğu damlama sesini işitti. Damlalar nereden nereye damlıyor, kimsenin çözemediği bir bilmeceydi. Ya da bu ses kalbinden mi geliyordu? Kalbinin atışıysa demek ki yaşıyordu. Bir adım… İki… Üç… Elleri bir şey buldu ve hemen vücudunu garip bir korku sardı. Dokunduğu şey elinde yanma hissi yarattı. Bu, İmparator’un yaşamda var olduğunun işaretiydi. Ruhunun bedeninden ayrıldığını düşünüyordu, yanmayı hissettiğine göre demek ki hâlâ canlıydı. Hemen elleriyle dokunduğu şeyin ne olduğunu anlamak istedi ve onun bir duvar olduğunu anladı. Ama niçin bu kadar soğuktu? O kadar soğuktu ki elleri morardı. Ama “Madem burada bir duvar var mutlaka bir kapısı da olmalı.” diye düşündü ve aramaya devam etti. Bu arayış içinde önceden sokaklarda gördüğü kör insanları hatırladı. “Meğer kör insanların hayatı her gün böyle lânet bir karanlıkta geçiyormuş.” dedi. Bir kör için hayatın ne demek olduğunu iliklerine kadar hissetti. Duvarı bir defa bulmuştu nasılsa bu karanlıktan da kurtulmayı başarırım diye düşündü. Kafasındaki bu düşünce aramasını güçleştiriyordu. Hem nasıl kurtulacaktı ki, bu karanlığa nereden ve nasıl geldiğini bile bilmiyordu. Olmayacak bir zamanda bu karanlığa takılıp kalmıştı. Sadece kendisi gelebilirdi buraya bu nedenle sadece kendisi karanlıktan kurtulma yolunu bulmalıydı. Eğer bulamazsa burada ölmek kaderiydi.
Bir şeyin üzerine bastı, iyice bakınca bir kibrit kutusu olduğunun farkına vardı. Belki vardır diye küllüğün içinde kibrit aramaya başladı, küllükte değil de yere dikkatlice bakınca bir tane kibrit buldu. Bu kibrit ölüm düşüncesinden az da olsa kurtulmasına sebep oldu.
İmparator kibriti özenle çakınca nefes almayı kesti, kibritin yardımıyla karanlığın sonunu bulabilecek miydi? Nerede kaldığını, durumunun nasıl olduğunu öğrenmek istedi. Kibritten hafif bir ışık çıktı. Tam karşısında balçıkla sıvanmış bir duvar vardı. Cılız da olsa ortalığa yayılan ışıkla duvardaki “Deliler Ülkesi” yazısını okuyabildi. Bu tamlamanın tam son harfine geldiğinde kibrit sönüverdi. Yine her yer karanlığa büründü. Böyle bir ülke var mıydı? “Deliler Ülkesi” diye bir yer daha önce hiç duymamıştı. Varsa bile hatırlayamadı.
Tekrardan o hüzünlü ölüm düşünceleri beynini kemirmeye başladı. Ölüm, sadece kafasını değil, beyninin içindeki kılcal damarları bile soğuk düşüncelerle dolduruyordu. Ama bunun korkuyla ya da yalnızlıkla bir ilgisi yoktu, sadece hayatta olduğunu hatırlatıyorlardı ona.
İmparator da ölüm hakkında düşünceler aklına gelmeye başlayınca yaşadığı önemli ve ilgiye değer olayları hatırlayarak kendisini oyalamaya çalışırdı. Örneğin, tımarhaneden kaçtığı gün tanıştığı o kadın aklına gelirdi. İkisi gece boyu beraber olmuşlardı. Kadın: “Hayatımda senin gibi bir erkek görmedim.” demişti, İmparator da “Ben de senin gibi bir kadın görmedim.” demişti. Sarmaş dolaş yatakta yatarken korku basmıştı İmparatoru. Dün tımarhaneden kaçmıştı. Her yerde onu arıyor olmaları muhtemeldi. Eğer onu bulacak olurlarsa yeniden o duvarların tutsağı olacak, tekrardan yaşadığı o çileli hayata dönecekti.
Tımarhanedeki iri yarı ve bıyıklı başhekim “Sen delisin.” demişti. İmparator da kafasını bile kaldırmaya gerek duymadan “Evet, ben deliyim.” diyordu. Bunu duyan odadaki bütün hastalar yerlere yatar kahkahayla gülerdi. Böyle yerli yersiz gülmenin ne demek olduğunu bilmeden bütün oda kahkahalara boğulurdu. Ama hiç gülmeyen birisi vardı. İri yarı bedenine sanki bir etiketmiş gibi yapışan bıyığı ile tımarhanenin başhekimi. Delilerin bu dünyada çekindiği tek insandı o. Ne kadar zorlarsan zorla kendisi istese bile gülmezdi. Birisi daha vardı. Deliler ona“Evliya” diyorlardı. Gerçekten bir evliya mıydı, yoksa deliler mi onu böyle adlandırmıştı? Kimse bilmezdi. Kendisine bununla ilgili bir şey sorulduğunda:
– Ben sizin zihinlerinizi o kahredici karanlıktan kurtarıp aydınlığa ulaştırmak için varım, eğer bunu yapabilirsem bana evliya demenizde bir mahsur yok ama bu idealimi gerçekleştiremezsem dünyayı su ve yılanlar basacak, yılanlar herkesi sokacak ve öldürecek, demişti.
Ama deliler bunu önemsemez. Her zamanki gibi gülerler, taşkınlık yapar hep beraber Evliya’nın üzerine çullanıp adına ezme oyunu dedikleri bir oyun oynarlardı. Evliya buna zor dayanırdı. Eğer o iri yarı, bıyıklı başhekim