– Güneşe bakın! Güneşe! Cengiz Han tedirgin gözlerle gökyüzüne baktı. Güneş tutulmuş… Güneş tutulmuş…
Bu sözü duyar duymaz Büyük İskender yanındaki şişeyi kırarak, onun parçasıyla güneş tutulmasını izlemeye başladı. Bunu gören herkes aynısını yaptı. Sadece Lir bakamadı. Yerinde donakalan Lir garip hareketler yapmaya başladı.
– Güneş mi? Güneş mi tutuldu?
Başını ellerinin arasına aldı. Elleri titriyordu, ellerindeki damarlar şişmişti. Adeta kendinden geçmiş sayıklıyordu:
Kin tutanların ve nefret besleyenlerin sayısı ne kadar çoksa onları yönetmek bir o kadar kolaydır. Hedef ne kadar yıkıcıysa ona o kadar coşkulu yaklaşır. İşte onların elleriyle dünya devrimi yapacağım. Evet, devrim! Ben ahlaksız günahkârlar partisini kuracağım. Zaten Tanrı’ya isyan etmeye hazırlar. Kuracağım parti her geçen gün biraz daha yaklaşacak iktidara ve yavaş yavaş onu ele geçirecek. Artık dünya eskisi gibi değil.
Lir tepeden tırnağa kadar titriyordu. Yanakları titreyerek sessizce etrafına bakındı ve yavaşça konuşmaya devam etti.
Üşüyorum ben, donuyorum! Şimdi her şeyi hatırlıyorum. Ben ölümlüydüm. Ben melektim. Ben oyuncuydum. Ben kadınlara tecavüz ederdim. Ben ölülerin bedenini yıkıyordum. Ben şimdi kendim ölüyüm. Beni kim yakacak?
Bazen böyle aklı gider gelirdi. İyice saçmalayıp kudurmuş köpek gibi ağzından köpükler çıkarırdı. Şu an tam da o haldeydi. Hâlâ kendine gelememişti, bir şeyler sayıklayıp duruyordu.
– Opus… mopus… pusss… pust… Mussolini… musorı… sorı… bossorı… Anlamsız şeyler çıkıyordu ağzından. Öndeki büyük dişleri birbirine kenetlenmişti. Gözleri büyüdü büyüdü kocaman oldu. Azap çekiyordu. “Kral Lear’deki monoloğu hatırlayınca kendine gelirdi. Burun kanatları kabarır, burnunun içi öfkeden kıpkırmızı kesilmiş bir halde monoloğunu sanki Londra’nın “Globa” tiyatrosunda oynuyormuş gibi söylemeye başlardı. Şimdi de öyle yapıyordu. Diğer altısı onun bu nöbetlerine alışmıştı hatta onlar için sıradan bir şeydi bu ve böyle zamanlarda olduğu gibi ne zaman sakinleşeceğini beklerlerdi.
Şimdi Lir’in monoloğunu söylemeye başladı.
Es rüzgâr, hızlı ol!
Kasırga şiddetlen, kar fırtınası sızla,
Hiç acıma, vur yine vur!
Ayaz güçlen, soğuk yüzleri dondur,
Yağmur şiddetlen, hızlan,
Tüm dünyayı batır!
Kilise ile han, saraylar,
Su altında kal!
Yorgunluk üzerine çökmüşken monoloğu da sona erdi. Bir anda cehennem işkencesinden kurtulmuş gibi yere düştü. Yerde ölü gibi yüzükoyun yatıyordu.
Tais Afinskaya:
– Aferin! Bravo! Güzel, diye alay etti.
Yerde kendinden geçmiş bir halde ara sıra sayıklayan Lir’in yanına gelip eteğini kaldırarak yellendikten sonra “Al sana gazlı parfüm!” deyip salına salına oradan uzaklaştı.
O gün gerçekten de güneş tutulması olmuştu.
Kleopatra ve Kozuçak başını İmparator’a yaslayarak oturuyorlardı. İmparator ise sonu bilinmeyen düşüncelere dalmış uzaklara yol alıyordu.
“Ne de olsa gelecekti.” sanki bunları önceden tahmin etmiş, önceden öğrenmiş gibiydi. Sanki bu cümleyi söylemek için hayatı boyunca hazırlığını yapmış gibi hissediyordu. Ne diyebilir ki? Er ya da geç hayat günün birinde sona erecekti. Bunun da zamanı gelecekti.
Yıllardır beklediği şey bu muydu? Ya da yılanın gelmesini o mu böyle anlamlandırmıştı? Anlayamıyordu. İmparator çok bıkkındı. Gözlerini bir anlığına kapattığında bile yılanı görüyordu. Yıllar önce bir falcı kadın İmparator’a: “Ölüm nedenin yılan olacak!” demişti. Bu iki çift laf kafasında takılıp kaldığı için bir yılan resmi İmparator’u hayatı boyunca rahat bırakmıyordu. Lânet olsun! Yılanın gelmesi ona ölümün kaçınılmaz olduğunu, her şeyin bir sonu olduğunu hatırlattı.
Kutsal Topraklar’ın nerede olduğunu bilmemesine rağmen İmparator’un tımarhaneden kaçmasının tek bir nedeni vardı. Kendi cesedinin bu pis kokulu deliler zindanında kalmasını istemiyordu, hoş ıssız bir yerde, hoş vahşi bir çölde. Öyle de olurdu. Ama kaçtığı tımarhanede değil. İmparator her zaman kutsal toprakların var olduğunu, orada insanların günahlarından arındığını ve sonra bu dünyadan ayrıldıkları hayallerine dalıp gidiyordu. Onun peşine düşen delilerin de tek istediklerinin saf bir ruhla ölmek olduğunu şimdi anladı. Ama kendi eceliyle ölmek isteği de vardı bunun yanında. Niçin ölümüne yılanın zehri neden olsundu ki? Tanrı neden böyle istemişti? Kaderi böyle miydi? Böyle karmaşık düşünceler İmparator’u boğuyordu.
Hayatı gözlerinin önünden hızlı bir şekilde akıp geçti. Bu düşüncelerin derinliği gittikçe acısını da derinleştiriyordu. Gene aynı sakin karanlığa, içinden çıkılması zor olan bilinmezliğe batıyordu.
Şimdi anıları sanki bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçiyordu. Nedense bir türlü hatırlayamadı. Nereden başladığını hatırlayamadı.
İMPARATOR
Hatırlayamadı… Hiçbir şey hatırlayamadı.
Bir yumruk kadar olan, ona sürekli acı çektiren bu beyin gerçekten İmparatorun muydu? Yoksa onu akşam birisi geldi de kafasına mı yerleştirmişti? İçini huzursuz eden düşüncelere dayanamadan kafasını cansız elleriyle tutarak aynaya doğru eğildi. Ama ateş gibi yanan gözlerinden başka bir şeyi göremedi. Karanlık bir uçurumun kenarında korkuyla duran bir kurdun gözleri gibi parlıyordu. Bu gözlerin onun olduğunu anlayınca içini bir korku sardı. Gözlerini tanıyamadı. Damarları iyice kabarmış, bembeyaz kesilmiş elleriyle aynanın üzerini kapadı. Ama ayna o kadar soğuktu ki bir buz kalıbını tuttuğunu düşündü. Bu eller de sanki ona ait değil başka bir ölünün elleri gibiydi. Ne olduğunu, kendisi de anlamıyordu. Karanlığa isyan ediyormuş gibi odaya giren cılız ışık İmparator’un ilgisini çekti. Karanlık ve gizemli bir dünyadaymış gibi hissetti kendini.
Nasıl olup da bu duruma düştüğünü hatırlayamıyordu. Uzaktan mı yoksa yakından mı geliyor belli değildi ama sanki şıp şıp diye kapanmamış bir musluktan damlayan suyun sesini duyuyordu. Biraz sonra o ses de duyulmaz oldu, ses belki de dinmemişti ama artık kulakları bu sesi duymuyordu. Odada yine mezar sessizliği hâkimdi.
Bilinmeyen bir güç İmparator’a emirler veriyordu. Bu sefer de az önce gelen sesi dinlemesini emretmişti. Beyninden gelen emirleri yapamıyordu. Artık bilinmeyen güce büsbütün boyun eğmişti.
Sanki beyninin içinde kendinden olmayan başka bir şey dolaşıyordu. Bilinmeyen güce ruhunu, var olan her şeyini teslim etmiş gibi: “Hepimiz mahvolduk.” dedi. Ölmek istemiyordu. İnsanın yalnızlıktan ölmesi mümkün değildi. Ölümle ilgili düşüncelerini kendinden uzak tutmaya çalışıyordu. Ama buradaki hava da karanlık da aklına ölümü getiriyordu. Bugün İmparator, ölümün karşısında güçsüz olduğunu anladı. Ağladı. Gözyaşlarıyla birlikte gelen yel sanki ona soru soruyordu. “Sen kimsin?” diyordu. Cevap veremeyince yine o kahrolası su damlalarının sesi gelmeye başlıyordu. Damlalar yere değil de beynine damlıyormuş gibiydi. Acı içindeydi. “Ahir zaman suyla birlikte gelecek.” dedi, gerçi dünyanın sonunun ne zaman geleceğini kendisi de bilmiyordu. “İnsanı bu kuraklıkta su öldürecek.” dedi. Bunu kimin