TAİS AFİNSKAYA
Atar damarına batırılan iğneden sonra bayıldı. Gözlerinin önünde kopkoyu bir sis perdesi oluşmuştu. O koyu sisin öbür tarafında bulanık görülen olayların, insanların siluetlerini daha net bir şekilde izlemek, onlara karışmak istedi. Eğer onlara ulaşamazsa sisle birlikte havada kaybolup gideceğini düşündü. Koyu sis içinde incecik, göz alıcı bir ışık gördü. O ışıkla konuşmaya başladı. Işığın sesini de hemen tanımıştı. Eğer ışıkların konuşma yetisi olsaydı herhalde böyle konuşurdu. Kulağında çınlayan ses ona soruyordu:
– Ölüme hazır mısın?
– Hayır, hazır değilim, ben yaşamak istiyorum diye cevap verdi.
Işık:
– Geçmiş günlerinden hangisini bana anlatmaya hazırsın, dedi.
Heyecandan hangisini anlatacağını bilemedi. Hatıraları göz önünde uçuşuyordu. Ama nedense birini bile yakalayamıyordu. Işık tekrar seslendi:
– Anlatacak hiçbir şeyin yok galiba, hatırlamaya çalış!
Hatırladığı olayları anlatmak istiyordu ama o olayların içerisinde kendisini buluyordu, hangisini anlatsaydı acaba? Bunu mu, yoksa şunu mu? Kendi kendine sorular soruyordu. Anlatacak bir şey bulamayınca ışık ondan ümidini kesti. Sonra da:
– Sen hiç kitap okur musun, diye sordu.
– Ben mi? Benim okumadığım kitap yoktur.
– En son hangi kitabı okudun, dedi Işık.
– En son mu? Bir saniye, hatırlayamıyorum, ne hakkındaydı o kitap? Dilimin ucunda. O kitabı bana bir yazar vermişti. O kitabın adının “Kutsal” olduğunu söylemişti. Evet, evet, kutsal kitap demişti. Kitabı okuyan kişi tımarhaneye girer ve bir daha çıkamadan orada ölür demişti. Nereden bilebilirdim ki. Şimdi görüyorum ki yalan söylememiş. Gerçekten de kitap kutsalmış. O yazarla meyhanede karşılaşmıştım. İlk gördüğümde yüzü çok tanıdık gelmişti. Uzaktan insanı kendine çeken bir cazibesi vardı. Elindeki bardağı bana uzatarak:
– İç, demişti.
– Cebimdeki son paraya aldım. Paylaşarak içelim.
Zaten kafam güzel olduğu için mi bilmiyorum ama birbirimize çabuk ısındık. Birayı da bir yudumda bitirdim.
– İyi mi, diye sordu.
– Kahretsin! Ekşimiş! Sen beğendin mi, dedim.
– Benim için fark etmez. Bira olsun yeter. Bir bardak daha olsaydı güzel olurdu. Sende para var mı? Varsa eğer birer bardak daha alalım. Ne dersin?
Dünkü yüz liradan kalma bir lira demir para vardı. Bu parayı dün birlikte gecelediğimiz adam bırakmıştı. Çok mu ucuza sattım kendimi? Ondan bir önceki gece de kimseyi bulamadığım için ucuza yapmıştım bu işi. Gerçi bir gecede yüz lira kazanmak da kolay değildir. Bu yüz liradan sadece bir lira kalmış. Bu parayla ne kadar bira alabilirim ki? O yüzden adama yalan söyledim. Bir kuruşumun bile olmadığını söyleyip yemin ettim. Bunu duyunca yabancı sinirlendi.
– Paran yoksa niye geldin? Zaten hâlim kötüydü, bir de sen nereden çıktın karşıma? Defol git, dedi.
Ben de sinirlendim. Bir lira demir parayı hınçla masaya vurdum:
– Al! Bu da yarım bardak biranın ücreti! Bir kuruşa zehir mi içeceksin, bira mı içeceksin, ne içeceksen iç.
– İşte bu! İşte bu! Bir liraya iki bardak alırız. Elindeki boş bardağı sıkıca kavramış kırmak ister gibi tutuyor bir yandan da ağzı salya sümük konuşuyordu.
– Ee, hatun, anlat bakayım, kocan var mı senin?
– Kocam mı? Ne kocası be!
Bu soru çok komik gelmişti bana. Elimde olmadan bir kahkaha atıverdim. Neden olduğunu bilmeden o da kahkaha attı.
– Bana yüzü tanıdık gelen her erkek kocamdır, anladın mı? Hepsi!
Yabancı gülmeyi bırakarak:
– Ya ben? Ben tanıdık geliyor muyum sana? Bana da bakar mısın? Hay senin…
Hem gülüyor hem de küfür ediyordu. Gözlerimin içine bakarak:
– Bana baksana! Sen hâlâ güzel ve sıcak görünüyorsun. Bu geceyi birlikte geçirelim, olur mu, dedi.
– Ya yarın? Yarını da birlikte geçirecek miyiz? Bir erkek öyle kolay kurtulamaz benden. Bunu unutma sakın. Ama sana şunu söyleyeyim, benim öyle senin gibi cebi boş adamlarla işim olmaz. Bir gece için ne kadar vereceksin? Yüz lira verecek misin?
Yabancı adam kaşlarını çatarak:
– Yüz lira sana vereceğime üç şişe alır keyfime bakarım. Ben senin gibileri çok gördüm. Hepiniz aynısınız, dedi.
Bir taraftan da yere tükürüyor ve ağır küfürler ediyordu. Çok geçmeden gözleri ışıl ışıl parlayarak iki bardak bira getirdi ve sanki cebinden para harcamış gibi masaya vurarak koydu.
– İç gitsin! Hayat böyle daha güzel!
Umarsızca güldüm. Sanki içimden birisi gıdıklıyormuş gibi geldi bana. Bu adamı gittikçe beğenmeye başlıyordum. İkide bir küfür edip duruyordu. Ama ben böyle şeylere alışığımdır. Böyle ağzından küfür fışkıran erkeklerden hoşlanırım. Terbiyelilerini de gördük. Geceyi seninle geçirdikten sonra “Benimle olduğunu kimseye söyleme, hiç kimseye!” diye yalvarırlar. Niye söyleyeyim ki! Yine de sürekli korku içindeler. Ama bunun öyle bir sorunu yok. Küfürden başka bildiği bir şey yok. Bardaklardaki birayı ikimiz de bir yudumda devirdik.
– Ee, ne diyoruz o zaman? Birlikte geceliyor muyuz? Haydi, söyle ne söyleyeceksen. Bugün buradayım, yarın yokum, ona göre. Benim gibi bir erkek nadir bulunur.
Bir taraftan da yılışıyor, yetmezmiş gibi ağır küfürler ediyordu.
– Sen kim oluyorsun ki dedim, söyledikleri hoşuma gitmemişti.
– Ben mi, diye cevap verdi. “Ben bir yazarım. Yazar”.
Bunu duyunca kendimi tutamayıp kahkahayı patlattım.
– Eğer bunun gibiler yazarım diyorsa vay halimize! Erkek gibi erkekmişsin aslında da şu sesin sana hiç yakışmıyor. Biliyor musun? Erkek sesli kadın sürtüktür, kadın sesli erkek de güçsüzdür.
Gerçekten de sesi bir kadın sesine benziyordu. Üstelik yazara benzer bir hali de yoktu. Eğer yazarlar bunun gibiyse bitmişiz demektir, bizde hiç yazar kalmamış demektir.
– Hangi kitabı yazdın? Kitabın var mı? Belki bir gün okumak isterim.
– Benim mi, kutsal kitabı ben yazdım.
Şaşırarak:
– Hangi kutsal kitabı yazdın, diye sordum.
Kulağıma doğru eğilerek insanın sinirlerini bozan kısık bir sesle:
– O kitabı