ÇOBANLAR
I
Ben aşağıdan, hayatın ta dibinden yükseldim.
Babam çobandı; uzun boylu, geniş alınlı bir ihtiyar.
İsmi, Eptireş. Annemi hatırlamıyorum. Ben bir buçuk yaşıma gelmeden kara toprak almış. O çok mu güzeldi yoksa çok mu mukaddesti, her ne özelliği varsa artık, herkes annemi iyi birisi olarak yâd ediyor, birçok insan onu gözyaşı ve özlemle anıyordu. Babama annemi birkaç kez sordum ama cevap vermedi. Babam, her zaman az konuşan, ağır hareketli bir adamdı.
Sadece biraz büyüyüp insanların arasına karışmaya başlayınca annemin feci ve güzel hayatını başkalarından duyarak onu zihnimde biraz da olsa canlandırmaya başladım.
Lâkin annemin zihnimde canlanan görüntüsü sisli ve yarı karanlıktı.
Annem, büyük bir dağın arkasındaki zifiri karanlık ormanın içindeki tek evde yalnız başına yaşayan derebeyinin biricik kızıymış. Gençliğinde babam onların ırgatıyken annemle babam birbirlerini sevmiş, şafak sökerken su kenarındaki bahçede buluşmaya başmışlar. Daha sonra derebeyi bu buluşmaların farkına varmış ve ırgatını da kızını da evinden kovmuş galiba. Tam olarak bilmiyorum ama bunun gibi birçok hikâye anlatıyorlardı. Onları çok duydum fakat bir türlü anlam veremedim.
İnsanların ormanı anmaları, oradaki yalnız ihtiyar bir derebeyinin kızına duydukları özlemi anlatmaları, o kızın babamla tan vaktinde birbirlerine açılarak bir yerlere kaçtıklarını söylemeleri, bunların hepsi bana masalların birinde anlatılan bir ihtiyarın incitilmiş küçük oğluyla kaderini ona bağlayan padişahın kızını hatırlatıyordu. Çünkü elinde kırbacıyla yürüyen yırtık giysili, kırışık yüzlü, sert bakışlı ihtiyarla halkın dilinde destan olan gencin heyecanlı suratını ne kadar çabalasam da bir araya getirmeyi başaramıyordum.
II
O zamanlarda bir değirmencinin yanında yaşıyorduk. Bir yanımızda çıplak gri taşlarıyla gökyüzüne yükselen yüce dağ, diğer yanımızda ise gece gündüz uğuldayan karanlık orman vardı. Biz de tabiatın bu iki kuvveti arasında sıkışmışız. Dağın yanık büyük taşları arasından gürüldeyerek kuvvetli bir ırmak akıyordu. Bizim değirmenimiz burada kurulmuş.
Ben burada yalnız büyüdüm.
Babam gün boyunca sürüyü güdüyor, akşam eve döndüğünde ise sessiz sedasız karanlık bir köşeye çekiliyordu. Sabah kalktığımda onun gittiğinin farkında bile olmuyordum.
Değirmenimiz köyden uzak olduğu için ben köye çok nadir giderdim. Hayat, önceleri bana bu değirmenden ibaret gözüküyordu. Su coşarak akıyor… Orman uğulduyor… Hayat da gece gündüz bu değirmenin etrafında dönüyordu. Ben, sanki bu akışa kapılmış ömrümün nasıl geçip gittiğini ve oyuna dalmanın, çocukluğun ne olduğunu bilmeden yaşıyordum.
Rüyalarım gerçeğe benziyordu. Gerçekte olanlarla rüyalarımı birbirinden ayırt edemiyordum. İşte her zaman benim peşime takılıp dolaşan kocaman kulaklı, gür tüylü, sakin yaşlı köpeğim Sarbay. İşte değirmencinin gecesi gündüzü yokmuş gibi görünen hayatı, sürü sürü kazları ve ördekleriyle uğraşan eşi… İşte ırgat; geniş enseli, uzun sakallı, her yeri una bulanmış bir dede. Ömrüm, bunların arasında geçip gidiyordu. Lâkin bilmiyorum, bunlar düş mü yoksa gerçek mi?
Yaz ayları bambaşka, onlar tekdüze geçiyordu. Gündüz dağların arasında dipsiz derin çukurların kenarında yürüyordum. Akşamları eve dönünce yavaşça esen rüzgâr ile ağaçların hafifçe uğuldamalarından dolayı yüreğimi saran korkudan karanlık köşeye çekilip uyuyordum.
Yaz böyle geçiyordu ama kış ayları çok zor. Irmaklar donuyor, yaşlı orman kefeni andıran beyaza bürünüp daha da yaşlanmış gibi görünüyordu. Günler kısa, geceler ise uzun, ağır, sakin ve korkunçtu. Bunlar yetmiyormuş gibi insanlar da kurtlardan söz etmek için fırsat kolluyordu.
Gerçekten de var mı, yoksa korkumdan mı kaynaklanıyordu bilmiyorum ama ormandaki ağaçları çatırt diye yaran kara kışın ayaz gecelerinde, aç kurtların gökyüzüne bakarak uluduklarını duymuş gibi oluyordum. Sabah olunca bazı günler evin önünde yeni izler görünüyordu. Irgat Dede, bunların kurt izleri olduğunu söylüyordu.
Benim için ancak güz günleri kolay geçiyordu.
Ekin biçme işleri bitince tahıllar toplanıyor ve değirmenin içi insanlarla doluyordu. Çoğu zaman babaları ve ağabeyleriyle birlikte çocuklar da geliyordu. Onlarla oyun oynar ve bambaşka bir dünyada yaşıyor gibi hissederdim kendimi.
Bir gün babasıyla birlikte çok güzel bir kız geldi. O küçücüktü fakat acayip canlı, kıpır kıpır ve oyunbazdı. Derler ya, bazı insanlar, Allah’ın emriyle ezelden beri beraber yaratılırmış.
Sara’yı ilk gördüğümde, işimi gücümü bırakıp onların arabasına yaklaştım ve gözlerimi gözlerinden alamadan konuşmaya başladım. Birkaç dakika sonra biz, artık ömürlük dost olmuştuk.
Ben onu dağlara, ormanlara götürdüm. Ona ufak, rengârenk ve pırıltılı dümdüz taşlar ve güzel çiçekler topladım. Köye döneceği zaman Sara beni çağırdı. “Benim birçok bebeğim var. Atım da var, birlikte oynarız,” dedi. Babası da arabalarına binip onlarla köye gelmeme razı oldu.
Bense, beraber olduğumuz o bir iki saat içinde ona küsmeyi bile başarmıştım. “Bugün burada kalayım, yarın gelebilirsem gelirim,” dedim.
O günden sonra köy, beni kendine çekmeye başladı.
Sabahları uyanınca oraya gitme ve güzel Sara’m ile birlikte oynama ümidi, kalbimi heyecanla dolduruyordu.
Fakat oraya gidince heyecanım azalıyor, Sara’nın bir sürü oğlan çocukla birlikte oynaması, beni de onlardan biri olarak görmesi kalbimi kırıyordu.
Oyunlarına katılmadan bir müddet Sara’ya gözlerimi dikerek kenardan seyrediyorum, sonra da kimseyle konuşmadan evime dönüyorum.
Kalbim kırılıyor, bu durum bana çok ağır geliyordu. Böyle zamanlarda nedense annemi özlüyordum. Kendimi kucağına atıp uzun uzun ağlamak istiyordum. Dünyanın bana acımasızca davranmasından dolayı yüreğimde oluşan kederi gözyaşlarımla boşaltmak istiyordum. Fakat annem mezarda… Başka kimse de beni onun gibi şefkatle sevmiyordu… Kimse benimle ilgilenmiyor, ben de hiç kimseyi kendime yakın görmüyor, hiç kimseyi sevmiyor ve sevemiyordum…
İşte o an yalnızlıktan canım acıyordu. Allah’ın karşısında diz çöküp ağlayarak hangi günahım için bu kahırlara uğradığımı sormak ve yalvarmak istiyordum.
Lâkin o uzakta, benim yakarışım ona erişemiyor!
III
Şimşek çakınca değirmene yıldırım düştü ve değirmenimiz yandı. Ben şaşırdım kaldım. Şimdi biz ne olacağız, bizi artık nereye gönderirler? Fakat babam sanki rahat bir nefes almış gibi görünüyordu. Sanki bu yıldırımı Allah’tan gelen bir uyarı olarak görüyordu.
O, çoktandır:
– Buradan göçmek lâzım, diye düşünüyordu. Azıcık canı sıkıldığında:
– Neredeyse bir Rus’un evinde can vereceğim, görüyor musun Allah’ım, diye çok üzülüyordu. Yıldırım onu kurtardı.
Babam, kışın orman bekçiliği yapıyordu. Galiba çok iyi bir bekçiydi çünkü köye gitmek istediğini söyleyince, Rus adam:
– Ne olur,