– Nasıl olsa boş duruyor, çitten yapılan o evi ihtiyar Eptireş’e verelim, demiş.
Sonunda diğerleri de galiba buna ikna olmuşlar. Böylece biz, Allah’ın izniyle Cuma günü oraya taşındık.
Belli ki bir sajin34 çitten yapılmış olan, içi dışı kızıl balçık ile sıvalı bu evin döşemeleri topraktandı. Kapatınca açılmayan, açılınca da kapatılamayan ağır kapısı, hayvan zarından yapılan pencereleri vardı. Çatısı da çok basitti. Babam onu değiştirmek için fazla çaba göstermedi. Evin üzerinde biten uzun pelin ve kara pazı otlarını yoldu da benim için sobanın yanına, kendisi için seki köşesine saman döşeyerek yatak hazırladı. Böylece, biz orada yaşamaya başladık. Bu evde semaverin olduğunu, mum ve lamba yakıldığını, eve etli bir yemeğin kokusunun yayıldığını hiç hatırlamıyorum. Yazın başkalarının yardımıyla karnımızı doyuruyor ve evimize ancak yatmaya geliyorduk. Kış mevsiminin uzun gecelerinde babam, Sadık Bey’in karını kürüyor, odununu kırıyordu. Bu işlerin karşılığında aldığı çavdar samanını geniş kucağında getirip acele etmeden sobanın yanına koyuyor ve kıvırdığı samanla yavaştan ocağı yakmaya başlıyordu. Ben, gürül gürül yanan samanla ısınıp sobanın karşısında oturuyordum.
Babamın yazın sürekli süt kaynattığı, isten simsiyah olan demir bir demliği vardı. Ona su koyup ateşte kaynatıyor ve birimiz ağaç kaptan, diğerimiz bilmem kaç yerinden yapıştırılarak tamir edilen kâseden çay içiyorduk. Yatsı namazını gecikerek kıldıktan sonra babam karanlık köşeye çekilip kıbleye doğru oturuyor ve yavaşça mırıldanmaya başlıyordu. O, ezberlediği sureleri mi okuyor yoksa türkü mü yakıyor, hiçbir zaman anlayamadım. Fakat babamın uzun kış gecelerinde dışarıdaki boranın acı ıslığına eşlik ederek evin karanlık köşesinde yalnız başına ağır bir hüzün içinde oturması, yüreğime asla dağılmayacak zehirli bir kan pıhtısı olarak yerleşti.
V
Yıllar geçti. Ben de kırbaç sürükleyip ineklerin arkasından koşacak yaşa geldim. Böylece, iyice yaşlanmış babama yardım etme, onunla beraber çoban olarak sürüyü gütme vakti gelmişti.
Bunlardan korkmadım, hatta ilk gün çok meraklandım. Ayaklarında çabata35, belinde ve boynunda iple takılmış ekmek çuvalı, elinde kocaman yılan misali kıvrılan uzun kırbaç. Uygun zamanda evirip çevirip bütün çayırda yankılandırıp bir şaklatsan, sürüden ayrılan azgın sığırların sırtına derilerini yaracak şekilde bir indirsen hemen gücünle ve yeteneğinle övünmeye başlarsın. Hele o an arkadaşlarından biri seni görürse başın göğe erer.
Lâkin bu durum uzun sürmedi. Birkaç saat sonra sabahki gururlu sevincimin yerini yorgunluk ve bitkinlik aldı. İhtiyar Gerey’in birbirinden arsız üç tane ineği var. Allah bunları galiba bize ceza olsun diye yaratmış. Diğer hayvanların peşinden koşarak azıcık gözden kayboldun mu onlar hemen harmana doğru koşuyorlardı.
Sığırların peşinden koşmaktan bitap düştüm. Kırbacım elimden sarktı, göğsümde bir hırıltı oluştu. Sıcakta hayvanlar otlamıyormuş. Hayvanları sabahın serinliğinde çayırda dolaştırıyorlar, öğlen vakti güneş iyice yükselince de sürüyü su kenarına götürüyorlardı.
Şimdi düşeceğim, işte cehenneme uçacağım korkusuyla büyük bir ıstırapla kıldan ince, kılıçtan keskin Sırat köprüsünü geçen bir insan kendisini nasıl hissediyorsa büyük suyun kenarına hayvanları götüren ben de kendimi aynen öyle hissettim. Ayaklarım tutmuyor, bütün vücudum ezilmişçesine ağrıyordu. Daha birkaç sajin gidilecekse büyük bir ıstıraba dönüşecekmiş gibi bir vaziyette nihayet su kenarına ulaştım. Elimde kırbacım, belimde çuvalım kıyıya ulaşınca elden ayaktan kesilip ölüm uykusuna daldım. Böylesine sıcak günlerde sürüyü uzun uzun otlatırlar, dört beş saat geçmeden otlaktan çıkarmazlarmış. Fakat bu dört beş saat benim için göz açıp kapayıncaya kadar geçti.
İşte otlağa uzanıp artık gözlerimi tam kapatmıştım ki babam:
– Vahit, Vahit, kalk… Öğlen vakti geçti, hayvanlar yerinde durmuyor, diye bana acıyarak omuzlarımdan tutup silkelemeye başladı.
Sanki bütün vücudumu büyük bir taşla ezmişler, sanki ellerim ve ayaklarım istesem de tekrar yerine gelemeyecek şekilde dağılmış, o kadar yorulmuşum ki hareket edemiyordum. Benim açımdan zaman göz açıp kapayıncaya kadar geçmiş gibi olsa da aslında hayli bir zaman geçmişti. Güneş alçalmış, hava da soğumaya başlamıştı. Diğer çobanlar sürülerini otlaktan çoktan çıkarmışlardı. Biz ise babam beni uyandırmaya kıyamayıp ya da istese de uyandıramayınca böyle gecikmiştik.
VI
İnsan neler görmüyor, nelere alışmıyor ki!
Yavaş yavaş ben de genç bir çoban olmaya başlıyordum. Artık bu iş eskisi gibi yormuyordu beni. İhtiyar Gerey’in arsız inekleri de artık eskisi gibi koşamıyorlardı. Bir gün yine her zamanki gibi ekinlerin olduğu tarafa bakmaya başladıklarını görünce onları köyün aşağı ucunda yaşayan çoban Vildan ile birlikte taşların arasına sıkıştırıp arka ayaklarındaki ince tendonlarını az kalsın kılla bile kopacak şekilde sıkı bağladık. Bundan sonra ineklerimiz çok değişti, tam anlamıyla terbiye edildiler.
Köyde altı sürü varmış. Otlakta onların hepsi bir yere toplanıyordu.
Önceleri diğer çobanlar:
– Ne oldu Vahit kardeş, sonunda seni de mi çoban yaptılar, diye bana tepeden baksalar da kısa zaman içinde hepsiyle dost olmayı başardım.
Otlağa gider gitmez babamla köyün yukarı ucunda yaşayan çoban ihtiyar Kamali, bizim sürüdeki ineğin kuyruğundan koparıp verdiğimiz kıllarla kırbaçlarının ucunu düzeltip azıcık sohbet ediyor ve derin uykuya dalıyorlardı. Biz gençler, onlar uyuyunca büyük keçileri yakalayıp sağıyor, sonra da ateşte ısınmış taşların üstünde sütü ısıtıyorduk. Sütü içince de suya giriyor ve derin yatuda36 yüzmeye, oynamaya başlıyorduk.
Gündüzleri böylece yarı iş, yarı oyunla geçiyordu. Çobanlığın diğer özelliklerine de alışıyorsun ama sabah kalkmak, güneş doğmadan önce gözlerini ovuşturarak sürüyü götürmek, işte bunlar insanın alışamayacağı kadar zormuş.
Yaz akşamları çok kısa. Güneş battığında sürüyü alıp evine dönersin. Sonra yemek yiyip bir şeyler içmek gerekir. Ama bazı beceriksiz gelinler şu çavdar ezmesini bile senin dönüşüne kadar hazır edip sofraya koyamıyor, yemeğin pişmesini beklerken gün bitmiş oluyordu.
Yemek yiyip başını yastığa koyar koymaz kısa yaz gecesi geçmiş, hemen güneş doğmuş oluyordu. Sen yine ayağa kalkmaya, yine o kahrolası sığırların peşinden koşmaya mecbur kalıyorsun. Birçok zorluğa katlanıyor ve sabrediyordum. Birçok zorlukla baş etmeyi öğrendiğim için bunlar basitleşmeye başlıyordu. Lâkin gün boyu sığırların peşinden koşan ve yorgun düşerek evine dönen bir çocuk için şafağın sökmesiyle uykudan uyanmayı öğrenmek asla mümkün değilmiş.
Her geçen gün daha da ağırlaşıyordu ama yapacak bir şey yoktu. Sen yevmiyeli çalışıyorsun, üzerine aldığın işi yapmak zorundasın. Azcık geciktin mi ihtiyar Sayfi ile Gayni Nine gelip sopayla pencereye vuruyor ve:
– Ne yapıyorsun hâlâ? Öğlen olmasını mı bekliyorsunuz, diye söylenmeye başlıyorlardı.
– Allah’ım,