Babam hastalandıktan sonra ona bakmak için ben de sürüden ayrılınca köylüler, geçmiş olsun bahanesiyle bize gelmeye başladılar. Fakat babama yardım etmekten, ona teselli olmaktan ziyade gelen herkes beni aşağılayıp gidiyordu.
Bir gün ihtiyar Safi geldi ve “kibirli fakir”, “iyiden kötü doğmuş” gibi sözlerle beni babamın önünde azarlamaya başladı.
Ne yapabilirdim ki! Onlarla savaşacak gücüm yoktu. Tırmıklamaya ya da ısırmaya kalkışsam da babam üzülürdü. Fakat bunları öylece durup dinlemeye de can dayanmıyordu.
– Babamı öldürdüler, şimdi de beni diri diri yiyecekler, diye haykırıp ağlayarak var gücümle kapıyı çarpıp evi terk ettim.
Bütün gün yalnızdım. Eskiden yaşadığımız değirmenin yanında, dağların, çukurların arasında yürüyüp akşam eve dönünce bir de baktım ki babam evde yok. Dahası, evde hiçbir şey yok, kırık kâse ile delik demliğe kadar her şeyi alıp götürmüşler.
Ben şaşkınlıktan ağlamaya başladım. O arada Gayni Nine geldi ve zorlayarak kapıyı kapatmaya çalıştı. Bir de sürekli ağzının içinde bir şeyler mırıldanarak söyleniyordu:
– Kıymetini bilemedin, git şimdi dilen! Artık babana köyde sırayla bakacaklar, dedi.
Ninenin acıklı yüzü, tahkirle dolu sesi zaten canıma tak etmişti, bir de son sözlerini duyunca şaşkınlıktan dona kaldım. “Baban öldü…” deseydi daha kolay olurdu, beni bu kadar aşağılayamazdı. Sırayla bakma kararı aldılar deyince beynime kan sıçradı, utancımdan yerin dibine girecek oldum, söyleyecek söz bulamadım.
“Sırayla bakacaklar, sırayla bakacaklar!”
Bugün zengin olan Fahri Bey’de, yarın ihtiyar Veli’de, ondan sonra ihtiyar Gali’de… Böylece, karnını doyurmak, sıcak bir yer bulmak için her gün bir kapıdan diğer bir kapıya mı gidecek çaresizce? Nine yine bir şeyler söyleyecek oldu ama ben dinlemedim. Bilmek de dinlemek de istemedim doğrusu…
Beni kim tutmuştu, o eski değirmenin yanındaki büyük dağdan suya atlayıp boğulmaktan nasıl kurtulmuştum, bunu şimdiye kadar öğrenemedim.
Babamı bile görmeden, kimseye tek kelime dahi etmeden, kimseyle vedalaşmadan köyden çekip gitmiştim.
IX
Daha sonra neler olduğunu açıkça hatırlayamıyorum. Fakat karanlık bir gecede köyün köprüsünden koşarak arabayla giden birilerine rastlayışım, onlarla beraber yolumuzu şaşırıp bir ot yığınının dibinde geceleyişimiz, önümüzde bir kilisenin ya da cami minaresinin ışığının görünmesi, bir Rus mezarlığında haçların, mezar taşlarının arasından çıkacak yol bulamayışım, açlıktan elden ayaktan düşüp bir sütuna dayanışım, gözümde bir kan lekesi görünmesi, ondan korkmam, bunlar hepsi hâlâ bir rüya gibi aklımda.
Ancak tam hatırlamıyorum, bu bir rüya mıydı, yoksa gerçek mi?
Kendime gelip gözümü açtığımda bembeyaz, aydınlık bir evin içindeydim. Şaşırdım. Beyaz giysilerle bir yatağın üzerinde yatıyordum. Etrafımı beyaz giysili kadınlar ve erkekler sarmıştı.
Melek gibi görünen o beyaz elbiseli insanların içinde güler yüzlü, karakaşlı, acayip mülayim bir hanım yumuşacık elleriyle beni kucaklayıp yatağa oturttu ve:
– Korkma, kötü günler geçti artık… Senin adın ne, diye sordu.
Cevap vermedim. Şaşkınlıktan yutkunup gözlerimi kadının güzel yüzüne, kara gözlerine diktim. Beni başka bir odaya götürdüler. Orada da her şey bembeyaz ve temizdi. Yataklarda da beyaz giysiler giymiş ak yüzlü, hâlsiz insanlar yatıyordu…
Yanıma gelen hanım, tekrar adımı sordu. Tek kelimeyle cevapladım… Yine bir şeyler sormaya çalıştı ama göğsüm çatladı, öfkelendim ve kadına cevap vermedim. Buraya nasıl geldiğimi, babamın nerede olduğunu sormayı düşünsem de dilim varmadı. Dudaklarımı ısırıp yatağa uzandım. Canım acıyordu.
Sorarsam uygunsuz bir durum olur diye korktum. Çünkü kimseye inanmıyordum. Çünkü dünyada beni kucaklayan, şefkatle sarıp sarmalayan hiç kimse yoktu… Herkes benle alay etmek istiyorud… Beni küçük düşürmek herkese cazip geliyor, huzur veriyordu.
Gözümden yaş aktı. Bu durumu Rus kadına göstermemek için duvara dönüp yattım. Babam geldi gözümün önüne; çok yaşlanmış, hastalanmış, gözleri dertli…
Ondan sonra bütün dünya dönmeye başladı. Değirmenler, büyük dağlar, coşkuyla akan nehir… Köy… Sürüler… Yoldaki kilise… Rus mezarlığı… Orada bulunan taştan haçlar… Şimdiki beyaz bina…
Uzun uzun babamı düşündüm. O zavallım şimdi nasıl acaba? Hâlâ sırayla mı bakılıyor? Hâlâ o evden bu eve giderek mi ömrünü geçiriyor?
Bugün sıra kimde acaba? İyi insanlar olsa iyi de… Memlekette ne insanlar var… Zavallımın hiç olmazsa karnını doyursalar, başını koyacak yumuşak bir yer ayırsalar, üstüne başına azıcık da olsa baksalar, o zaman iyi olurdu.
Fahrilerin evinde kaldığı gün iyi geçiyordur. Onun hanımı yufka yürekli bir insan. Çocukları da uslu. Kendileriyle birlikte yedirip içiriyorlardır. Belki abdest almak için sıcak su bile veriyorlardır… Sonraki gün onların komşusu Gimadilere denk geliyor. O da kötü olmaz… Aç bırakmazlar, söylenmezler… Daha sonra kime gider? Salihlere mi? İşte onlar çok kötü insanlar. Onlarda olduğu gün çok zor geçer. Atık yemekle bayat ekmek verirler, uyumak için de kapı yanında, ayakaltında bir yer sererler… Allah’ım, diğerleri onlardan beter… Çoğunda yemek yok. Sütsüz şekersiz çay, bir lokma bayat ekmek… Bir de zavallıya “ihtiyar fakir” diye söverler. Böyle insanlara denk geldiğinde ihtiyarın kalbi çok kırılıyordur…
– Allah’ım, neden bizi böyle cezalandırıyorsun?
Hayallerim yıkıldı… Yüreğime bir sızı, ağrı girdi. Öfkelendim, utandım… Kalbim öfkeyle karışık bir gayretle çarpmaya başladı. Eskiden duyduğum bir masal geldi aklıma.
Keşke şimdi mümkün olsa da ben o masaldaki kahraman gibi babama acı çektiren o merhametsiz köyden öcümü alsam!
Şimdi sıçrayıp ayağa kalksam da zırhlı elbiseler giyinip yerinde duramayan o güçlü kuvvetli ata binerek keskin süngü ve kılıçlarla kuşanıp, yanıma kendim gibi kahraman gençleri de alarak o kahrolası köye hücum etsem! Bütün köyün altını üstüne getirip herkesi babacığımın önünde diz çöktürüp af diletsem… Ancak o zaman gönlüm huzur bulurdu.
Böylesine üzüldüğüm, kalbimin ağrıdığı günlerde ben de işte böyle hayallere dalmış yatıyordum…
X
Artık günlerim bambaşka geçiyordu, etrafımı tamamen farklı şeyler sarmıştı.
Güzel beyaz binalar… Gündüz vakti güneş ışığıyla evin içi sıcacık, yumuşacık nurlarla doluyor…
İşte sakalı ağarmış, kır saçlı, yürekli doktor… O ne kadar da merhametli, ne kadar da alçak gönüllüydü…
Onu her gördüğümde kalbim yumuşuyordu, göğsüne yatıp yumuşacık beyaz sakalına yüzümü sürmek istiyordum.
İşte melek gibi beyaz elbiseli, açık yüzlü kızlar… Allah’ım bunlar nerede doğmuş, nerede yetişmiş? Neden bizde bunların hiçbirisi yoktu?
Onların arasında iri kara gözlü, ismimi soran alımlı, güzel hanım da var. O, insan