Daha önce konuşan Apuş bile:
– Haydi, bu sefer Üzen Nehri’ni deneyelim… Orada da ben geçen sene büyük bir sazan ile turna balığı yakalamıştım, dedi.
Oltaları, solucanları, ekmekleri, yumurtaları ve kibritleri alıp kıble tarafına, güneşi seyrederek çayır boyunca Üzen Nehri’ne doğru koştuk…
Perki mi, sazan mı yakalarız yoksa eve boş mu döneriz, benim umurumda bile değildi. Önemli olan, yakında kulunu olacak kısrağımın Üzen Nehri kenarında dolaşmasıydı. Babam onu tek kement ile boynundan bağlayıp bırakmıştı. Kemendin diğer tarafına kırmızı bir koşum yayı bağlanmıştı. Benim aklım hep o kement ile koşum yayını yerde sürükleyip nehir kenarında, söğütlerin arkasında yavaşça dolaşan siyah üzerine pul pul beyaz tüyleri olan kısraktaydı…
Köyden ayrıldığımızda hava güzeldi. Rüzgâr da esmiyordu. Çayıra vardığımızda kuşlar ötüyordu. Yakında doğacak tayımın annesi ise Acılı Damak’ın kıyısında bir şey yiyip içmeden başını eğmiş vaziyette duruyordu. Sanki bir şeyler düşünüyor gibi geldi bana. “Malcağızım, neler düşünüyorsun?” Kısrağı gören arkadaşlarım benimle dalga geçmeye başladılar. Biri doğacak tayı aygır olur, diğeri de kısrak olur, diyordu… Bana göre hiç fark etmez, yeter ki sağ salim görmek nasip olsun!
VII
Kısrağımın gezdiği yerin yakınında büyük bir girdap vardı. Acılı Damak’ın aşağısındaydı ve oraya çok yakındı. Burada üç taraftan üç nehir birleşiyordu. Onlar, birleşerek oraya kadar ufak bir “kol” şeklinde akan Üzen Nehri’ni birden genişletiyorlardı. Onların sularını kendisine katan Üzen Nehri ise büyüdükçe büyüyüp ihtişamlı bir vaziyette akmaya başlıyordu.
Köyümüzü seviyorum. En çok da kuzey tarafını kaplayan ulu dağları! Ama onlardan daha çok, dağların üstünde binlerce yıl hışırdayan büyük yaşlı ormanı seviyorum!
Doğru, artık bu orman bizim değildi. Onu zengin birisi her nasılsa elimizden almış ve şimdi, bize o ormandan bir parça dal koparmak bile yasaktı! Buna rağmen, o ormanın yapraklarının hışırtısı, özellikle orada baharda yetişen kuzukulağı, yazın açan çiçekler, sayısızca çilek, böğürtlen, Frenk üzümü, en çok da sonbaharda yetişen fındık, benim gönlümü o ormana çekiyor, onu cana yakın ve çok sevimli yapıyordu…
Bu ormandan ziyade üç taraftan akan “kol”ların suyunu içine alınca coşkun bir şekilde akmaya başlayan sabırlı, sevimli Üzen Nehri’nin kıyıları benim için eşsiz değerler taşıyordu…
Bu nehirlerin kaynağının nerden çıkıp nerelere döküldüğünü bir bilsem!
Biliyorum, iyi biliyorum: dağlardan, çayırlar boyunca gelerek bizim köyün etrafından akan bu nehir Örşek nehrine, Örşek nehri ise Dim’e, Dim nehri de Akidil’e dökülüyor. Ancak Akidil nereye dökülüyor, bunu bir Allah bilir.
Ama yine de güngörmüş Safa dede arada bir anlatır: sonbaharda kuşların gittiği yerde Eçterhan27 adında çok büyük bir şehir varmış. Hanlar şehri. Onun diğer tarafında da kocaman bir deniz varmış. İşte Akidil birçok köyün, şehrin, dağın ve karanlık ormanın içinden geçerek aylar yıllar boyunca akıyor ve sonunda gidip suyunu o kocaman denize döküyormuş. Siz buradan bir kereste parçası atarsanız o, Örşek, Dim ve Akidil nehirlerinden geçip işte uzaktaki o denize düşermiş…
Ah, keşke görebilseydim o denizleri!
Farklı bir şeyler düşünerek atımın çevresinde dolaşıp gözlerimi onun üzerinden ayıramazken nehir kenarında balık tutan arkadaşlarım bağırarak beni çağırdılar:
– Zakir, Zakir! Kibritle yumurtaları getir, hemen ateş yakalım da yumurtaları külde pişirelim, dediler.
Oltaları bırakıp yanan ateşin etrafında oynayıp şakalaşarak yumurtaların pişmesini bekliyorlardı.
Bizim yanımızdan Üzen Nehri akmaya devam ediyordu… Bense dedemin sözlerini hatırladım.
– Biliyor musun Apuş, bu nehir nereye dökülüyor, diye sordum.
Apuş, çok zeki ve akıllı bir çocuktur.
– Bir yumurta fazladan verirsen söylerim, dedi.
– Tamam. Veririm, dedim.
O, eline ıslak balçık alıp onu yuvarlak bir top hâline getirerek gözden kaybolacak kadar uzak bir yere fırlatıyor ve parmakları ile sayarak anlatmaya başladı:
– Üzen Nehri’ni görüyor musun? Görüyorsan bir bak… Bu nehir on iki kilometre geçtikten sonra Örşek’e dökülür, Örşek de Dim’e katılır. Dim ise güzel çayırların arasından geçip Ufa adında büyük bir şehrin yakınında, kocaman dağların karşısında bulunan Akidil’e dökülür…
Birisi onun sözünü kesti:
– Peki, Akidil nereye dökülüyor?
Apuş, yine ıslak balçığı yuvarlayıp top yaptıktan sonra üzerimizden uçan leylekleri hedef alıp havaya atıyor.
– Akidil mi? Akidil, ormanlar, dağlar ve şehirlerin arasından akarak Eçterhan denizine28 dökülüyor, dedi.
Arkadaşlarım bağrışmaya başladılar:
– Yiğitsin Apuş, al şu yumurtayı, dediler.
Apuş, vermemi bile beklemeden hemen yumurtayı elimden kapıp yemeye başladı.
Ayağımın altında bir kereste vardı. Onu elime aldım ve arkadaşlarıma göstererek:
– Söyleyin bakalım, bu keresteyi Üzen Nehri’ne atarsam şu kıble tarafındaki uzak denize düşer mi, düşmez mi, dedim.
Keresteyi de kükreyerek akan Üzen Nehri’nin göğsüne attım.
Dalgalar, keresteyi kucaklayıp hızlıca kendileriyle aşağıya doğru sürüklüyorlardı.
Arkadaşlarım tartışmaya başladı.
Apuş:
– Durmaz ve batmazsa denize düşer, dedi.
Diğerleri de:
– Ulaşamaz, su ile ağırlaşıp batar ya da yan tarafa çekilip kamışlara takılır, dedi.
Akşam oldu…
Yumurtaları yiyip bitirdik ve oltalarla balıkları omzumuza alıp Üzen Nehri’nin kıyısından eve doğru yol aldık. Arkadaşlar “Buraya boşuna gelmedik” diye konuştular. On on beş tane balık yakalamışlardı. Aralarında kocaman kefal, perki ve kızılkanatlar da vardı.
Kısrağım gözümden kaybolana dek dönerek ona baktım. O hâlâ aynı yerde duruyor: yemiyor, gezinmiyor, kafasını yere eğmiş öylece duruyordu. Benim güzel kısrağım neler düşünüyordu acaba?
VIII
Evde bir tencere dolusu patates haşlamışlardı. Ben kurt gibi açtım. Gözüm kararmıştı, kaz yumurtası büyüklüğündeki patatesleri tuzlayıp çavdar ekmeği ile beraber hızlıca yemeye başladım.
O arada ağızım yemek doluyken durmadan kısrağımdan bahsediyordum.
Annem gülse mi, kızsa mı bilemiyordu:
– Seni at cini çarpmış olmalı. Kalkınca aynı laf, yatınca aynı laf. Başka bir şey bildiğin yok, diyordu.
Annemle tartışmak için tam ağzımı açacaktım