– Baba, baba! Haydi, çabuk ol, atımız kulunlamış, diye bağırdım.
Ben babamı çok seviyorum! O hiç kızmadı, beni duyar duymaz hemen yerinden kalkıp çite asılı at yularını aldı ve tek bir soru sordu:
– Kim söyledi, müjde hakkını verdin mi?
O arada bahçe kapısından Fahri’nin oğlu Seper müjde karşılığını sormaya geldi.
Ben, kazın kanatlarını ve paçavra satarak kazandığım altı kuruş parayı müjdeyi verecek kişi için hazırlamıştım. İşte o parayı hiç düşünmeden, hemen sakladığım yerden alıp Fahri’nin oğluna verdim.
Biz babamla beraber Üzen Nehri kıyısına yavruyu almaya gittik.
IX
İyi hayvan doğar doğmaz ayağa kalkarmış.
Doğru olmalı.
Biz gittiğimizde tay, henüz güçlenmeyen incecik ayakları ile sakınarak yürümeye çalışıyordu.
Zavallım, galiba aç doğmuş. Bir bu tarafa, bir öbür tarafa geçerek annesinin sütle dolmuş memelerini emiyordu.
Bu günlerde, siyah üzerinde pul pul beyaz tüyleri olan kısrağım çok sinirli olduğundan ona yaklaşmaya korktum. Babam yularla yaklaştığında kısrak, yavrusunu vermek istemeyen dişi aslan gibi acayip sesler çıkartarak onun üzerine sıçradı. Isırmaya, kükreyip kulunun etrafında tekme atmaya çalıştı.
Ama babam korkmak nedir bilmezdi. Onun böyle birisi olduğunu mallar bile anlıyordu sanki. Atın sinirlendiğini, ısırmaya, tekme atmaya çalıştığını dikkate almadan babam yaklaşıp onun boynuna yular taktı. O arada, siyah üzerinde pul pul beyaz tüyleri olan kısrağımın kafası yuların içine girip yerleşti. Bense bu işe şaşırıp, hayran kaldım. Sevindim mi sevinmedim mi, hiç anlayamadım.
X
Atı eve getirip kuyu direğine bağladıktan sonra ancak kendime gelebilmiştim.
Yavru gerçekten acayip bir şeydi!
Bacakları ufak ufak atlıyordu, kaval kemikleri uzun ve o kadar inceydi ki böyle kaval kemikleri ancak koşu atlarında olur derler. Daha yeni kurumaya başlayan kuyruğu ile yelesi, ince ve kısa olmalarına rağmen, ipek harman gibi kendinden kıvrılıp dalgalanıyorlardı. Yuvarlak sırtının tam ortasında, kuyruktan yeleye kadar parmak kalınlığında siyah kurdele gibi ipeksi bir yün şeridi geçiyordu. Uzunca ve akıllı kafasının geniş alnındaki uzun sakar, bu yavruyu binlerce, milyonlarca arkadaşından ayırarak onun güzelliğinin eşi benzeri olmadığını gösteriyordu. Bütün bedenine sanki Allah’ın eli ve meleklerin yardımıyla düzgün, güzel bir şekil verilmişti. O kadar güzel, o kadar asil kemik olarak yaratılmıştı.
Rengi konusunda tamamen şaşırıp kalmıştım. Siyah desen siyah değil, boz desen boz değil. Annesininki gibi siyah üzerinde pul pul beyaz tüyleri de yoktu. Kendine özgü mavimsi bir çiçek rengi gibi parlayıp duruyordu.
Semaver kaynayacak kadar zaman ya geçti ya da geçmedi, eve çoluk çocuk toplandı. Ağızları açık, hayretler içerisinde benim asilzade kulunuma bakıyorlardı.
Bir yerden duymuş olmalı, Safa dede de kır sakalını rüzgâr gibi estirip bizim eve gelmişti. O, civarda atları tanıması ile meşhurdu.
“Ya Rabbim! Ne diyecek acaba?” diye gözlerimi ona dikmiştim.
Kulunumu görünce dedenin yüzü parladı:
– Suphanallah… Suphanallah… nazar değmesin. Bu kulun da bir önceki kardeşleri gibi pek güzelmiş, dedi. Sessizce bir daha izlemeye koyuldu ve “Evet, öyle ya! Yanılmıyorum. Bu da tam kardeşleri gibi…” diye tekrarladı.
Babam, bana çaktırmadan daha önceden küçük gümüş bir çıngırak almıştı. Annem de kırmızı bir kurdele verdi.
İhtiyar sakince, büyük bir ustalıkla yanaşıp kulunu birden kucağına aldı ve:
– Bismillah… Suphanallah… Allah, kötü gözden, kurttan, köpekten korusun, diye dualar okuyup aygırımın boynuna annemin verdiği kırmızı kurdele ile babamın aldığı çıngırağı taktı. Bir daha kenardan baktı ve babama:
– Biliyor musun Hafız, bu da tam kardeşleri gibi olur, rengi de yakında almaçuara dönüşür… Hayırlı olsun! Derdin büyüktü, iki çocuğunun sorunları seni çok yıprattı. Siyah üzerinde pul pul beyaz tüyleri olan kısrak bu eve uğurlu ayağıyla geldi, bereket getirdi, dedi.
Büyük çocuklarının hatırlanması, babamın her zaman zoruna gidiyordu. Böyle bir zamanlarda onun sesi değişiyor, ağzından çıkan kelimeler de bir değişik oluyordu. Ben şaşkınlıkla “acaba ağlıyor mu” diye babamın gözlerine baktım.
Hayır, babam ağlamamış. Ama yine de duygulanmış. Derinden gelen bir sesle:
– Evet ya Safa dede, o iki çocuğum insandan ziyade şahindi, aslandı. Kendileri günyüzü göremedikleri gibi, benim de saçlarıma yaşlanmadan ak düşürdü, dedi. Biraz duraksadıktan sonra:
– Yazgım böyleymiş… Artık bütün ümidim küçüğümde, dedi.
Safa dede yine iyi dileklerde bulunarak kulunu methetti ve şakacıktan kulağımı çekip:
– Zakir, şansın varmış! Başkurt’un burlı kısrağı babanın durumunu düzeltti, sana da almaçuar kulun verdi. Bu yavru da kardeşleri gibi tam bir asilzadedir… Nazar değmesin, bu da koşucu olur, diye söylene söylene gitti.
Dünyalar benim oldu! Bir gün içinde birden boyum uzamış gibi oldum. Şaka mı, benim kulunum var. O, bir aygır! Rengi de almaçuara dönüşecek! Çevrede meşhur olan kardeşleri gibi o da koşucu olacak!
Bakın nasıl gür bir sesle kişniyor! Asil, kemikli vücudu ile nasıl da güzelce zıplayıp oynuyor!
XI
O günden beri Almaçuar benim hayatımın merkezi olmuştu. Sevinçlerim, üzüntülerim ondan gelip yine ona dönüyordu. Rüyalarımda da onu görüp sayıklıyordum. Sabah kalkınca elbisemi giymeden, yüzümü yıkamadan Almaçuar’ın iyi olup olmadığını öğrenmek için dosdoğru ahıra koşuyordum. Sağlıklı, pek sağlıklı!
O, destan bahadırları gibi gece büyüyor, gündüz büyüyor, günden güne biraz daha da güzelleşip asilleşiyordu.
Artık köyde ona sataşan yok, herkes ona:
– Nazar değmesin, suphanallah! Gerçekten asil kemik bir kulunmuş! Sağlam nesildenmiş!” diyerek izliyorlardı.
Civarda sadece asaleti ve güzelliği ile değil, sesi, hafifliği, hızı, yakışıklılığı ve akıllıca oyunları ile benim Almaçuar’ıma benzeyen başka bir kulun daha ne görülmüş ne de duyulmuştu.
XII
Yaz, ardından da güz geçip gidiyordu. Kim bilir nasıl karlı, yağmurlu, bulutlu bir mevsim gelip çatacaktı. Ertesi sabah Pakrow29 bayramında erkenden kalksam da yataktan çıkmak istemiyordum.
Bir yerden birilerinin panik içinde konuştuğu duyuluyordu.
Birden yüreğim hop etti.
Kulak kabarttım. Babam ile annem perdenin arkasında fısıldaşıyorlar. Seslerinde bir endişe var. Korkuyorlar mı, üzülüyorlar mı yoksa birisinden bir şeyler mi saklamak istiyorlar? Bilmiyorum.
– Sen ona sezdirmemeye çalış! Duymasın, dedi babam ve elindeki kemendi sırtına atıp hızlı bir şekilde evden çıktı.
Ben korku içinde:
– Ne