Bir süre sonra Agöyli de sakinleşti, atı da. Agöyli’nin burnunun ucu yavaş yavaş terlemeye başladı.
Hekimin talebelerinden biri hocasının az evvel yere yuvarlanan sarığını kaldırıp ona uzattığı esnada kulağına fısıldadı:
“Bu zavallı hayvanın da yara almadık bir yeri yok gibi…”
Hekim bir yandan sarığını düzeltirken bir yandan da yürek burkan bir sesle konuştu:
“O da hiçbir yere gidemez… Onu da iyileştiririz. Dört ayağını da bağlayın hemen!
“Babayiğit Agöyli, nasılsın?”
Üzerinin keçesi, eşiğinin halısı ve örtüsü yukarı doğru kaldırılmış olan geniş kara çadırın içinde kendisi gibi ağır yaralılar arasında yatan Agöyli, tanıdık sese gözlerini açtı ve üzerine eğilmiş duran Tuğrul’un sevimli yüzünü zor bela tanıyıp “nasılsın” sorusuna karşılık olarak mecalsizce tebessüm etti.
“Padişah-ı âlem!” diyerek Tuğrul Bey’in yanındakilerden biri ona doğru seslendi ve sonra kulağına bir şeyler fısıldadı.
Agöyli, biraz şaşırmış hâlde etrafına bakındı.
Dünden önceki gün, Selçukluların Merv’de yapılan kurultayında Tuğrul’un oybirliği ile sultan ilan edildiğinden Agöyli’nin henüz haberi yoktu. Tuğrul’un yüz ifadesinden ve dış kıyafetinden de bu duruma dair bir şey anlamak mümkün değildi.
“Herhangi bir şeye ihtiyacın var mı, yiğidim?” deyip Tuğrul Bey, Agöyli’nin yanına tek dizinin üzerine çöktü.
Agöyli dudaklarını yavaşça kımıldattı. Hekimin talebelerinden biri ona doğru kulağını uzattı, sonra da saygı ile iki büklüm eğilerek Agöyli’nin yerine sultana cevap verdi:
“Atını soruyor, efendim!”
Tuğrul başını geri çevirip ardında duranlara baktı. Onlardan biri:
“Padişah-ı âlem, atın durumu iyi, yarışlara bile katılabilir!” dedi.
Agöyli’nin dudakları tekrar tebessüm etti.
“Vay be, cesur Agöyli, ben seni de yanıma alıp Irak’a, Şam’a doğru sefere çıkacaktım yahu… hadi bakalım hayırlısı olsun! Olmazsa arkamızdan yetişirsin!
Agöyli cevap olarak, gözlerinin içini gülümsetip yavaşça başını salladı.
“Hayır, kalırım dersen de, bak Çağrı Bey de seni dört gözle bekliyor… Her nerede olursan ol, bu mert başın sağ olsun!” dedi ve Tuğrul Bey bir elini kaldırarak arkasındakilere işaret edince, orada duranlardan biri koşarak gelip muhteşem bir kaftanı mükâfat olarak Agöyli’nin üstüne örttü. “Senin her yarana bir kaftan armağan etsek bile biz yine de borçlu kalırız.” diyerek Tuğrul sözünün devamını getirdi ve belindeki altın saplı, gümüş kınlı hançerini çözüp Agöyli’nin yastığının üzerine bıraktı. “Sen gerçek bir Agöyli imişsin. Adın yerde kalmasın, bey kardeşim!”
Arkada duranların tümü başlarını eğerek hükümdara ve de yeni beye saygı ve hürmetlerini gösterdiler.
Tuğrul, yaralıların hepsinin hâlini hatırını sorup geri çıkarken aniden durdu ve kara çadırın eşiğindeki halı örtüye baktı; sonra da ardına dönerek:
“Çağrı Bey! İkimizin arzu ettiği, hayalini kurduğu bir yurtta Agöyli gibi yiğitler kara çadırda yatıp kalkmamalı!” dedi.
Çağrı Bey başını eğdi.
KAYADAN GÜÇLÜ
Türkmen yurdunun güneyindeki, kimisi alçak kimisi yüksek kayalarla bezenmiş koca koca dağlarında kim bilir nice olaylar yaşanmıştır! Yazarların, şairlerin övgüsüne mazhar olmuş “âlemin güzelliği, dünyanın dayanağı, göğün direği” olan bu dağlar, bunca asrın çekişmeli günlerinin sağır ve dilsiz tanığıdır. Bu dağlarda insan için huzur da var korku da. Yolunu kaybetmiş susuz bir yolcu, dağın duru pınarlarından susuzluğunu gideriyor; bu dağların serin vadilerinde gölgeleniyor, türlü türlü meyveleriyle karnını doyuruyor. Bir başkası dağda bir yırtıcıya denk gelip ya da kayadan uçup helak oluyor. Yine bir diğeri ise sert kış günlerinde dağın hiçbir yerinde kendisine sığınacak bir barınak bulamayıp soğuğun acımasız pençesinde kurban oluyor… Eğer dağlarımız dile gelse belki de ömürlerinin her bir günü için bize ilginç ve eğlenceli ya da hüzünlü bir olayı anlatırdı. O zaman, belki de, biz aşağıda anlatacağımız bu hikâyeyi dağın kendi “ağzından” dinlerdik.
Kırağı kaplanmış yüce başını gökyüzüne uzatan Hasar Dağı, karanlığın muhteşem kaftanını omuzlarından yeni sıyırmaya başlamıştı. Onun bağrını mesken tutan mahlûkat da tan ağarmaya başladığında uykudan uyanmış, her biri çoktan kendine has yiyeceklerden aramaya çıkmış, her zamanki işi gücüyle meşguldü. Dağın kaygan taşları arasından doğan pınarlar, seherin nurundan güç alırcasına dörtnala koşturuyordu. Bu pınarlar, suyun çarpıp parladığı küçük taşların kulağına bir şeyler fısıldıyormuş gibi şırıl şırıl çağıldıyordu. Yılın dört mevsiminde de yemyeşil kalan muhteşem çam ağaçları, dallarının her birini seherin şirin rüzgârında hışırdatıyordu.
Yeryüzü aydınlandığında, kayanın eteğinde bir mağara karaltısı göründü. Oradan uzun boylu, iri yarı bir adam çıktı. Orta yaşı geçmiş; servi boyu cüsseli gövdesine yakışan; uzun yüzlü bu adamın sivri burnu, dolgun dudaklı kocaman ağzına doğru uzanıyordu. Gür sakalı, beyaz keten gömleğinin yakasından ve kollarından fışkıran tüyler onun kıllı bir adam olduğunu gösteriyordu. Mağaradan kanat çırparak çıkan koca kuş, adamın omzuna konup “Hadi, kahvaltımı versene!” der gibi sahibinin yüzüne gözlerini dikti. Sonra da ağzına uzatılan iki parça etin birini hemen yuttu ve diğerini de gagasıyla kavrayıp yere kondu. O adam ehlileşmiş kartalın yemeğini yemesiyle ilgilenmeyip kayalara göz gezdiriyordu. Sakince durup yavaş yavaş etrafına bakınmasından onun bu civarlarda birçok defa bulunduğu ve buraları kendine patika yaptığı anlaşılıyordu. Ancak onun derviş misali yersiz yurtsuz yaşayıp, bu mağarada yatıp kalkması nedendir acaba?…
Bu adamı, dağla arası çok da uzak olmayan berideki kalabalık köyde büyükten küçüğe herkes tanırdı. Köyde onun bilinen ismi Pelen Avcı idi. Kaplan derisini sürükleyerek geldiği zamanlar da olmuştu. Böylesine maharetli bir kişi olduğundan Nuryağdı Bey’e halk Pelen Avcı diyordu. Yirmi otuz yıldan beri avcılık onun mesleğiydi. İhtiyar avcı, elinde tüfekle bu dağın çoğu yerini adım adım gezmişti. Bu mağara da onun bozkırdaki “eviydi”. Avlanamadığı zamanlarda bu “evinde” yatar kalkardı. Bugün mağaradan çıkmasının sebebi de buydu. Ancak onun bütün geçimini avcılığa dayandırmasının da uzun bir hikâyesi vardı…
Yirmi beş yaşına kadar sekiz yıl boyunca Hesip Bey’in koyunlarının peşinde koşturmuştu. Bey, onca davar sürüsünün sayısını parmakla sayarcasına hesaplayabiliyordu; hatta yetim kuzuya kadar hepsi aklındaydı. Hesip ismi de bundan dolayı kalmıştı. Bunca zenginlik içinden bir tek hayvan bile ölse kendi canı gitmiş gibi üzülür, kızardı. Çobanın yedi sülalesini bırakmadan hakaret eder, her gördüğünün yanında yas tutar, çaresiz günlere düşmüşe dönerdi.
Bir defasında, bu civarda daha evvel hiç görülüp işitilmedik bir tufan koptu. İlk önce kara bir yel geldi, sonrasında