Sultan Mesut’un ordusu eksiksiz talime, sıkı bir disiplin ve nizama alışmış ordudur. Bu sebeple komutanlarının dediği dedik, buyurduğu buyruktur.
Türkmenlerin ise her biri kendisine sultandır. Her biri istediği yerden hücum edip istediği yerden çıkar. Ama dışarıdan bakıldığında bu durum başına buyrukluk, düzensizlik gibi görünse de onlar her an birbirlerinden haberdardır. Birinin sıkıştığı yerde diğeri Hızır gibi yetişir.
Diğer bir sır ise onların eğri kılıcındadır. Ancak bu sır, eğri olmasında değil, sağlamlığındadır. Sultan Mesut, kendi askerlerinin kılıçlarını en mahir ustalara çelik suyunu verdirip yüksek kalitede biletse de, iki üç ağır savaştan sonra o kılıçlar iş görmez olup uçurumdan fırlatıp atılacak hâle geliyordu. Ama Türkmen’e bir kılıç bütün ömrü boyunca yetiyordu.
“Bunun çeliğine ne katıyorsunuz?” diye bir Türkmen ustasına sorduklarında, doğru mu yalan mı bilinmez, “Hayvanın boğaz kanı!” diyerek gülermiş. Şakadır muhtemelen!
“Türkmenler kılıcını kınında çok bekletmez. Kılıç kında durursa, hemen paslanır.” diyerek yine başka biri sohbete katılır. Söz sohbet çok da, ama…
Mesut atının başını çekti:
“Ne oluyor? Heyyy tutun onu!”
Sultan’ın etrafındakiler aniden durup hükümdarın baktığı yöne gözlerini çevirdiler.
Ta ötede, üzerindeki sahibini eyeri ile birlikte kaybedip içinde bulunduğu hengâmeden ve uğultudan dolayı kuduza dönen çıplak bir at askerlerin arasında oldukça paniklemiş, telaşlı telaşlı iki yana koşuşturuyordu. Koşuşturma bir yana, bu can alıp can verilen kanlı hengâme içinde sahipsiz kalan at az mıydı? Ama o atın hâli, sahibinin intikamını kimden alacağını bilemeden önüne çıkana saldırıyor gibiydi. Garip olanı ise, onun gittiği yerdeki atlılar da onu yakalamak ya da vurup kovalamak yerine, aksine bağrışarak kaçıyorlardı. Ardı adına attan düşenler de görünüyordu.
Bu ne böyle, acaba yine Tuğrul Bey’in bir oyunu mu? Sultan Mesut’un fillerine özenip o da atın gövdesine kılıç, mızrak vs. bağlayarak savaş meydanına salıverdi mi yoksa?
O esnada az evvelki çıplak zannedilen atın üzerinde birinin başı görünür gibi oldu. Evet, evet! At sahipsiz değildi. Üstünde tuhaf elbiseli biri vardı. İşte, kılıcını da savuruyordu.
Tuğrul da değil. Çağrı mı acaba? Çağrı Alp’in at üstünde yaptığı oyunları Sultan işitmişti.
Hangisi ise hangisi, ne fark eder! Böyle yaptığını yapmaya devam mı edecek?
Sultan öfkeyle atının böğrünü tekmeledi. Bu ani tekmeden irkilen zavallı at, ağzındaki gemi ısırarak öne fırladığında az kalsın sahibini üzerinden düşürüyordu.
Mesut kendini toparlayıp tekrar kılıç ve gürzünü hazır etti.
Ancak bir süredir kılıç sallamayıp soğuduğundan mı nedense elleri oldukça ağırlaşmış gibiydi. Ziyanı yok, tekrar ısınır.
Sultan Mesut’un öfkesi nedense özellikle bu çıplak atla kabarmıştı. Sadece ona odaklanmış gidiyordu. Kaplan gibi eğilip doğrularak Sultan’ın ordusunun kâh sağından kâh solundan kurt gibi saldıran o Türkmen’in ise şu an elindeki kılıcı ile altındaki atından başka hiçbir şeyi yoktu. Ama… bu ikisi kâfi değil miydi?
…Agöyli ve atının ise şu an tam da çarpışmaya iyice ısındığı vakitti. Sağdan soldan atılan ve az çok isabet eden okların sızısını hissetmiyorlardı bile. Aynı zamanda, birbirlerine dinlenme fırsatı da yaratıyorlardı. Bunu nasıl yapıyorlar ki!
Agöyli bazen atından sıçrayıp iniyor ve bir eliyle onun yelesine yapışmış koşarak giderken, diğer eliyle de yaya olarak savaşmaya koyuluyordu. Tehlikede kalıp savunmaya geçmesi gerektiğinde de atının altından sünüp diğer tarafa geçiyor… Çok yorulduğunda da atının üstüne kendini atıp boynuna sarılıyordu. At o anda kuş gibi uçup sahibini kargaşadan ve insanlardan uzak bir yere götürüyordu. Ölümcül bir yara almadıkça onları yorarak alt etmek mümkün değildi.
“Hey, çıplak Selçuk! Hokkabaz Türkmen! Gel bakalım, sihirbazlık nasıl olurmuş sana bir göstereyim!” deyip Sultan Mesut da dişlerini gıcırdatarak bazen kılıcının ters tarafıyla atının sağrısına vurup öne atılıyordu. Ancak Sultan’ın birkaç yıldan beri şarap bardağından ağır bir şey kaldırmamış olan elleri gittikçe takatten kesilip atı da sanki arkasından birisi asılıyormuş gibi ha bire geri çekiyordu.
Selçuk Türkmenlerinin vur kaç taktiği artık iyiden iyiye canına tak eden Sultan’ın ordusu, tüm gücünü toparlayıp kararlı bir saldırıya geçti. Bu son hücum Selçukluları geri çekilmeye mecbur bıraktı. Bundan cesaret alan Sultan’ın askerlerinin büyük bir bölümü, onları âdeta yeryüzünün sonuna dek kovalamak için peşlerine düştü.
Kendi de Türkmen olduğu için, Türkmenlerin oyununu çok iyi bilen vezir Beydoğdu “Kovalamayı bırakın! Dağılmayın!” diye emretti. Ama Sultan’ın askerleri iyiden iyiye zafer sarhoşluğu ile coşmuştu; onların üçte biri emre itaat edip geri dönse de kalan kısmı takibi sürdürdü.
Öfke ve ihtiras gözlerini bürümeyegörsün! Nefret aklın önüne geçmeyegörsün! Değilse Selçuk Türkmenlerinin kaçmasına da kovalamasına da inanmamak gerektiğini, aslında şu an kovalamakta olan askerler de çok iyi biliyordu.
Ayrıca, savaşta her şey yolunda giderken bazen birden disiplini bozup gidişatı tam tersine çevirecek durumlar da olur. Askerlerin on, on beşi kovalamaya başlarsa diğerleri de onların peşine takılır; eğer on, on beşi geri dönüp kaçarsa kalanlar da dağılıp sıvışıverir.
İşte buyurun! Atlarına kapanmış kaçmakta olan Selçuklular birden ufukta atlarının dizginini çekip kendilerini kovalamakta olanlara doğru geri dönüverdiler. Kovalamakta olanlar, onları paramparça etmek için atağa kalkmış hızla giderken bir ödleğin “Hey, pusu, kuşatıldık!” diye korkunç bir şeklinde bağırması herkesin bedenini titretti. Baksalar ki, gerçekten de etraf tıpkı yerden bitmiş gibi Selçuk atlılarıyla doluşmuştu.
Bir müddet sessizlik oldu. Birdenbire Çağrı Alp’in sesi:
“Yiğitle-e-er!!!” diyerek yankılandı. Gerisini Allah göstermesin!
Tuğrul Bey’in önderliğindeki diğer grup ise o an Sultan Mesut’un bölünmüş olan askerlerinin bir kanadından atağa kalkmış geliyordu.
Ama bu kalan askerlerin de gücü Tuğrul Bey’inkinden fazla olmasa da, az da değildi. Arkalarında da Sultan olduğu için, o an cesaretleri tamdı ve yüreklerine su serpiliyordu. Fakat yanlarındaki mataralarda bir yudum bile su yoktu.
…Agöyli iki ateşin arasında kaldı. Arkasındaki kuşatmayı bir şekilde yarıp geçen Sultan muhafız birliğinden kalabalık bir grubun güzergâh yolu da tam onun üzerine denk geldi. Sabahtan beri onlara rahat vermeyen bu eyersiz çıplak atlının etrafını çoğalarak sardılar.
İnsanın canı demirden değil ya! Bedeninde aldığı sayısız yaranın, yorgunluğun, susuzluğun sıkıntılarını Agöyli gittikçe daha şiddetli hissetmeye başladı. Ama savaşın en hararetli, en gergin anında vuruşmayı bırakmayı gururuna yediremedi; ölürse de burada, kendi atının üstünde ölmeyi yüreğine kazıdı.
Bu kuşatmada, ensesine inen kalın bir topuz mu yoksa gürz mü ne ise, Agöyli’yi sendeletip atın üzerinden yana sarkıttı. Ancak Agöyli’nin beyni bir emri: “Öldükten sonra bile birincisi atın boynunu, ikincisi de kılıcını elden bırakmamak gerektiği düsturunu” çok iyi idrak