Kartal Pençesinde Bir Güzel. Hüseyin Yıldırım. Читать онлайн. Newlib. NEWLIB.NET

Автор: Hüseyin Yıldırım
Издательство: Elips Kitap
Серия:
Жанр произведения:
Год издания: 0
isbn: 978-625-6981-41-6
Скачать книгу
tekrar “Uçalım dostum!” diye fısıldadı.

      Bir anda “Gitti!” oldubitti. Agöyli ile atının ardında sadece belli belirsiz bir toz kaldı. Uçmak diye işte tam da buna denir! Onların arkasından, önünden, yanından koşuşturup, sokulup kovalayan atlıların hepsinin ağzına Agöyli’nin atı tekmeyi basıp hızla uçtu. Yaşanan olayları izlemekte olan Sultan Mesut, bu durumu kötüye yordu.

      Sultan’ın etrafındaki adamlar gittikçe çoğalıyordu. O, atının deminden beri bir yerde tepinip durduğunu sonradan fark etti.

      Ne oldu ve ne ters gittiyse, Sultan Mesut’un ordusunda birdenbire tatsız bir ayaklanma patlak verdi. Ordunun bir ucunda başlayan isyanın tüm askerlere yayılmaya başlaması üzerine vuku bulan darbe, Sultan Mesut’un tam yüreğine saplandı. Sultan’ın yüreği sarsılsa da belli etmemeye çalıştı, onun sarsıldığını belli etmesi ayaklanan ordunun cesaretine cesaret katmak olurdu.

      Sultan Mesut üzengi üzerinde doğrulup neler olduğunu görmek istedi; ancak aniden arka arkaya sıralanarak onu koruma çemberine alan etten duvar, buna fırsat vermedi. Ama gözleriyle göremese de olumsuz bir durumun yaşanmakta olduğunu, işlerin ters gittiğini yüreği çoktan sezmişti. Sultan Mesut gözlerini belertip:

      “Durun! Nereye? Durun diyorum, sizin bir…” diye bağırdı. Bununla da yetinmeyip yan tarafında duran sipahilerden birinin başına kamçıyı indirdi: “Siz neden, hepiniz bana sokulmuş duruyorsunuz, işe yaramaz beceriksizler… Gidin, varın ileri!”

      Tedbir amaçlı bırakılan muhafızlar ile ihtiyar vezirin haricindekiler, atlarını dörtnala sürüp gittiler. Ama… ürkmüş bir deveyle giden servetin ve bir de rakibinden korkup paniğe kapılan ordunun önünde duran asla sen olma!

      Koruma çemberi oluşturan askerler Sultan Mesut’u geriye doğru ite ite kısa süre içerisinde, o eski yerine, savaşın başında durduğu tepenin üzerine çıkarttılar. Alabildiğine genişlik içinde Sultan uzaklara baktığında, deminden beri inanası gelmeyen acı gerçeği gözleriyle gördü. Ordu büyük bir telaşla geri çekiliyordu. Orduyu kılıçla bölmüş gibi iki parçaya ayırmış gelen Selçuk atlılarının arasında at üstünde dimdik oturan bir gövde belirdi. Eğer Sultan’ın gözleri yanlış görmüyorsa bu Tuğrul Bey olmalıydı! Düşmanını gören Sultan birden irkilip güçlükle öne hamle yaptı. Ancak elleri ve ayakları artık onu dinlemiyordu…

      Etrafta bağırtı, gürültü; feryat figan gittikçe artıyordu.

      Sultan’ın durumunu herkesten önce yaşlı vezir fark etti. Vezir, yan yana dizilip kalkan olan sipahilerden birine işaret etti. Sultan’ı kaldırıp, alıp kaçtılar. Yaşlı vezir, Sultan’ın elinden düşen koca gürzü güçlükle yerden kaldırıp ilk gelen rakibin atının tam alnının çatına vurdu. At, üstündeki askerle birlikte tepetaklak yuvarlandı. Vezir gürzünü ikinci defa kaldırmaya yetişemedi…

      Sultan kaçtı; takat kesildi. “Sultan gitti!” haberi yıldırım hızıyla askerlerinin bulunduğu her yere ulaştı. Bu haber ordunun tüm direncini kırdı. Pusatlar elden düştü.

***

      Davulcu, tokmağını davuluna vurdu. Tellal borazanını çaldı. Sancaktar, Tuğrul Bey’in sancağını kaldırıp rüzgârda dalgalandırarak iki yana salladı. Dandanakan Muharebesi işte şimdi son bulmuştu.

      Tuğrul Bey “Toplanın!” diye emir verdi.

      O an bir ulak atını kamçılayıp, hızla sürüp geldi:

      “Falanca yerde bir grup düşman atlısı toplanıyor! Ellerinde beyaz bayrak sallıyorlar!” diye haber verdi.

      Çağrı Alp, henüz soğumamış olan sağ elini kılıcının kınına götürdüğünde Tuğrul Bey elini onun elinin üzerine koydu:

      “Onlar şehitlerini ve yaralılarını toplayacaktır. Dokunmayın…”

      Ta ufukta, başını bir aşağı bir yukarı eğip kaldırarak güç bela gelmekte olan atı gören Tuğrul Bey kendi konuşmasını tam orta yerinden kesti.

      Zavallı at, Tuğrul Bey’in beş on adım yakınına gelip birden durdu. Onun eyersiz çıplak sırtının iki tarafından aşağı sarkan iki el ve iki ayağı gören Tuğrul Bey:

      “Ahh… Agöyli!” dediğini fark etmedi. Sonra da birden “Mää-mu-u-un!” diye bağırdı.

      Tuğrul Bey’in en güvendiği hekimi ihtiyar al-Mamun derhâl Bey’in karşısında belirdi. Gelir gelmez de Tuğrul Bey’in kanamakta olan omzuna yapıştı. Ama Tuğrul Bey sağlam eli ile onu yavaşça itekleyip Agöyli’yi işaret etti.

      Hekimin talebeleri hemen Agöyli’yi atın üzerinden aldılar ve yere yatırdılar.

      Bu ihtiyar hekim Arap kökenli olup sonu al-Mamun ile biten uzun bir adı vardı.

      Selçuklular da Türkmenceye uydurup ona “Mümin hekim” derlerdi, Tuğrul Bey ise o üzülmesin diye kendince Arapçaya yakın olarak “Mämun” derdi.

      Al-Mamun denilmesinin de bir sebebi vardı. Hangi taraftan olursa olsun ağır yaralı birini gördüğünde yas tutardı. İşte, şimdi de Agöyli’nin yanına dizüstü çökmüş ağlayarak kendi dilinde bir şeyler mırıldanıyordu; kederinden göğsüne iki defa yumruğunu vurup dövündü, sonra sarığını parmaklarıyla kavrayıp buruşturdu.

      Çağrı Alp:

      “Vah, diyor, vah…” dedi.

      Çağrı Alp’in hekimin söylediklerini tercüme etmeye başladığını Tuğrul Bey sonradan anladı ve meraklandı:

      “Ne diyor?”

      “Ah üzülüyor işte… ‘Böylesine güzel yiğide…’, ımm ‘ağırbaşlı yiğide kılıç vuranın eli kurusun!’ diyor. ‘Vah, buna ne yapmışlar!’ diyor. ‘Delik deşik’ diyor…”

      “Peki, yeterli!” deyip Tuğrul Bey üzüntü ile derin bir iç çekti ve birdenbire omzundaki sancıdan dolayı yüzünü buruşturdu. “Hay… Gerçekten de, sağlam yerini bırakmamışlar… Başka ne diyor?”

      İhtiyar hekim birden ağlamayı kesti ve dizüstü çökmüş hâlde Agöyli’nin göğsüne kulağını koydu, sonra onun bileğini tuttu ve gözkapaklarını kaldırarak gözbebeğine baktı. Birdenbire de temiz bir Türkmenceyle:

      “Ya Allah’ım, medet senden! Merhamet et!” diye bağırdı. Agöyli’nin yüzünde sağ olduğuna dair bir emare olmasa da ihtiyar hekimin gözlerinde umut ışığı göründü.

      “Mämun!” diyerek Tuğrul Bey seslendi. “Bu yiğit…” deyip Tuğrul Bey parmağını Agöyli’ ye doğru uzattı, “Ölmemeli, duydun mu beni? Bunun gibi yiğitlerin ardı arkası kesilmemeli, nesli tükenmemeli! İşittin mi?”

      Biçare hekim, ne diyeceğini bilemeden derin bir iç çekip başını yere eğdi:

      “Âmin!” dedi.

      Al-Mamun, Agöyli’yi temiz bir döşeğin üzerine yatırdı. Aletlerini ve ilaçlarını alıp onun yanına çöktü. Önünü ardını çevirip yaralarının hepsini yıkadı, temizledi; merhem üstüne merhem sürdü, kanamasını durdurdu.

      Yiğitlerin birkaçı ise bu esnada, al-Mamun’un buyruğu üzerine az ötede bir keçiyi kesmiş, derisini yüzüyorlardı.

      Hekim, keçinin henüz buharı üstünde tüten postunu Agöyli’nin yanına serdirdi ve postun üzerine bir şeyler serpiştirip hemen Agöyli’yi derinin üzerine taşıttı. Önceki sürdüğü merhemleri temizleyip Agöyli’nin etrafını deri ile bebek kundaklar gibi sardı ve üzerine iki üç kere ip doladı. Bunu da az görmüş gibi Agöyli’nin ayaklarını da sıkıca bağladı. Başı da tamamen sargılı olduğu için Agöyli’nin artık ağzı burnu ve