O, her defasında ava çıkmak için sabah erkenden kalktığında Meretçik de mutlaka uyanırdı ve babasıyla birlikte gitmek isterdi. Fakat Pelen Avcı her seferinde hoş sözlerle onun gönlünü alırdı. Ama bu defa onu kandırmadı. Oğluna çamlı dağları göstermek; onu yabani yetişen nar ve üzümle, incir ve erikle doyurmak; keklik ve bıldırcınla, eğer rast gelirse tilki ve çakalla da “tanıştırmak” Pelen Avcı’nın da aklında yok değildi. Bu yüzden de hanımı “Yumruk kadar çocuğu dağda bayırda gezdirmek şart mı?” diye çıkışsa da küçük Meret’in ayağına çarığını giydirip yanında götürmüştü. Sevincinden kuş olup uçan Meretçik yolda giderlerken kaplandan korktuğunu belli etti:
“Baba, baba, kaplana rast gelirsek ne yaparız?”
“Vururuz oğlum, vururuz.”
“O bizi yemez mi?”
“Yedirmeyiz, oğlum! Tüfeğimiz var nasılsa. İki avcı bir kaplana yenilirsek hoş olmaz neticede. Öyle değil mi?”
Meretçik kendisinin de büyük adam yerine konulmasına sevindi fakat tam o esnada karşısında bir koca kaplan duruyormuş gibi korkup güçlükle “Evet ya!” dedi.
Dağdaki “evine”, mağaraya, vardıktan sonra Pelen Avcı çok geçmeden üç dört kekliği vurup meşe odununun közünde kızarttı. Dağ kuşlarının taze etini iştahla yemekte olan Meretçik mutlulukla babasının yüzüne bakıyordu:
“Bir sonraki sefer de beni alıp getirir misin, baba?”
“Yardım edersen alıp getiririm, oğlum.”
“Ben az evvel pınardan su getirdim ya… Tüfeğim olsa ben de keklik vurabilirim. Öyle değil mi, baba?”
“Vurursun, oğlum. Ama şimdilik sen biraz büyü. O zaman sana kuş tüfeği de alırım…”
O gün, Meretçik ile yemek yedikten sonra küçük avcıyı mağaranın girişinde bırakıp kendisi de bir önceki gün kurduğu kapanları kontrol etmeye gitti. Her ihtimale karşı tüfeğini de omzuna alıp vadiye yöneldi. Parıldayan, aklı karalı salkımlarını gizleyen yabani üzüm ağaçları, dikkatsiz davranırsan âdeta meyvelerinden tattırmak istemezmiş gibi “dikenli tırnaklarını batırmaya hazır” böğürtlenler kendi kendine çardak yapmış, geniş vadinin yeşil kadifesi gibi serilip gidiyordu. Kaynağını nereden aldığı bilinmeyen pınarlar da dört bir yandan şırıldayıp gür ormanın dibine cömertçe su veriyordu. Ormanın içinde suyun biriktiği açık bir alan vardı. Dağın yabani hayvanları oraya suya inerdi. Avcı kapanını oraya kurmuştu. Yakaladığını asla bırakmayan, öncesinde de birçok çakal ve tilki avlayan kapanından avcının bu defa da umudu yok değildi. O, kedi gibi sinsi sinsi yürüyerek geçidin başına vardığında kapan yerine sadece oyulmuş bir çukuru gördü. Kapanın sürüklenerek götürülen kancasının izi çok net fark ediliyordu. Avcı yakın civarlarda iz sürdü, her yerde insanın başparmağı büyüklüğündeki pençe izlerini görüp o kapanın üstünde ne tür bir toz fırtınası koptuğunu hemen anladı. Pelen Avcı tüfeğini doldurdu ve zikzak çizerek giden kapan izini takip etmeye başladı. İz onu büyük bir sırttan aşırıp koyu gölgeli yüksek bir çamın dibine ulaştırdı. Kapana düşen hayvan acıya dayanamayıp bir müddet bu ağacın altında yatıp sonra tekrar gitmişe benziyordu. Avcı kapanı sürüyerek giden mahlûkun artık çok uzakta olmadığını anlamıştı. Bu esnada da yukarı taraftan kapanın şakırtı sesi işitildi. Yuvarlanıp devrilecek gibi eğilmiş duran koca taşın arkasından alaca renkli bir mahlûk çıkıp korkutucu biçimde gerindi, ağzını kocaman açıp esnedi, sonra yavaşça yürümeye başladı.
Avcının tahmini doğru çıktı. Kapana kaplan düşmüştü. Pelen Avcı çeşit çeşit hayvan avlamıştı ama dağın aslanı ile aşık atmak henüz ona kısmet olmamıştı. O, bu mağrur yırtıcının kurnazlığına, gücüne, cesaretine aşinaydı. Onun neşter gibi pençesine bir düşersen, işte o vakit canlı kurtulma şansın yoktu. Avcı böylesine tehlikeli bir girişime teşebbüs edebilir mi acaba? “Bu tehlikeli canlının gücü yerinde, yüreği ise kırk kişinin yüreğine denk olurmuş. Fakat insanda da ondan üstün bir güç olarak akıl fikir var. Ayrıca serde bir de avcı adın var ki kapanı sürükleyip giden yırtıcıya el uzatmadan, sakalını sıvazlayıp geri dönmek ölümden de beter namertliktir. Hayır, bu beklenmedik belayı basitçe savuşturmamak gerek.” Avcı derhâl kendisinin o andan itibaren nasıl hareket etmesi gerektiğini düşündü. Bir fırsatını bulup kaplanın karşısına geçmek ve onu karnından vurmak niyetiyle yavaş yavaş yukarıya doğru tırmanmaya başladı. İnsan ayağı değince kayan taşların hışırtısını mı işitti nedense, kaplan birden durdu, etrafına kulak kabarttı. Bunu gören avcı da kımıldamadan yüzüstü yattı. Kapan tekrar şakırdamaya başladı. Avcı bu şakırtılar arasından çevik bir hareketle kısa sürede yırtıcının önüne geçti. Kalın çam ağacı onu hırçın hayvanın gözünden gizledi. Böyle olsa da kurnazlığı, uyanıklığı, hassas işitme yeteneğiyle bilinen yırtıcı, her neyse, bir şeyler sezdi. Tekrar duraksayıp kulak kabarttı. Avcıya doğru tam da göğsünü dönüp durdu. O anda da tüfeğin gümbürtü sesi kayadan kayaya çarpıp bütün dağda yankılandı. Tüm canlıların kralı korkunç bir kükremeyle, dimdik gökyüzüne zıpladı ve ayakları üzerine inemeyip savruldu. Koca leşle birlikte yuvarlanan irili ufaklı taşların şakırtısı da bu korkunç kükremeye karışıp vadinin içinde büyük bir gürültü koparttı. Avcı kalpağının içinden çıkardığı mendiliyle yüzünü gözünü siliyordu ve yuvarlanan zavallı leşe bakıyordu. Sonunda leş önüne çıkan büyük taşa sertçe çarpıp durdu. Avcı tüfeğini tekrar doldurmadı. Kaplan ile kapışma yöntemlerini iyi bildiğinden eline eski cüppesini doladı, diğer eline de keskin bıçağını alıp leşin peşinden gitti. Kaplanın ölüp ölmediği belli değildi. İki gözünün arasından kan fışkıran kaplan can çekişirken son defa yerinden kalkmak için hamle yapıp kocaman ağzını açtığı anda avcı, cüppesiyle doladığı elini ona bastırdı ve sağ eliyle de ak saplı bıçağını mümkün mertebe hızlıca batırdı. Böylece keskin bıçak yırtıcının kalbine saplandı. Hayvanın çenesi açılıp ağır kafası sertçe yere çarptı.
Mağaranın girişinde babasını uzun süre bekleyen küçük Meret’in ise artık sabrı iyiden iyiye taşıp yüreğine kuşku düşmeye başlamıştı. “Mağarada bir başıma kaldım ah!” deyip, ne yapacağını bilemez hâlde oturan çocuğun gözleri belermiş, dudakları titriyordu. Küçücük bir hışırtıda bile ürperiyor, birdenbire taşların ardından bir kaplan çıkıp üzerine atılacakmış gibi hissediyordu. Bu sırada yuvarlanan bir taşın sesi onu oldukça korkuttu. Aniden yerinden kalkıp şakırtının işitildiği tarafa baktı. O arada babası omzuna kocaman ala bele renkli bir şeyi atmış bir vaziyette geldi. Onun bu değişik yükü Meretçik’i bir an duraksattı. Avcı, oğlunun neden korktuğunu anlayıp kaplan derisini omzundan yere attı ve “Gel oğlum, korkma, işte bu kaplan derisi!” diyerek gülümsedi. Üzerinden ağır yük kalkan Meretçik fırlayıp onun kucağına atladı. Annesini bulup emen kuzu misali babasına sıkıca sarılıp başını kaldırmadan yüzünü onun göğsüne, boynuna sürttü. O anda kaplanı avlayan cesur yürek erimiş, dudakları yavaştan fısıldıyordu:
“Mert oğlum, avcı oğlum…”. İhtiyar kederli anılarına ara verip ardına baktığında, koca dağ küçücük görünüyordu.
Köye vardıktan sonra onun yüreği günlerce huzur bulamadı. Her şeyden elini eteğini çekti, ava da çıkmadı. Bir nevi hasta gibi kendi kendine konuşa konuşa gezip dolaştı. Köyün eğlencelerine gitse de bir kenarda oturup sesini çıkartmadan, geri evine döndü. Kısacası onun hayatla bağı kalmamıştı.
Pelen