Yakınlaştığımda, beyaz ev daha da güzelleşir, büyür, ışıldar. Nice değerli taşlarla çerçevelenmiş Altın Ordu diyorum. Allah Allah, bizim ev böyle değildir diyorum. Boynuna gümüş zil takan karaca yavrusu önümde raks ederek nazlanır. Ona yatılı okulun, içi balçık doldurulmuş şekerinden veriyorum. Hediyem bu kadar.
Üzerinden kırk elli sene geçti. Hiç değişmemiş. Gördüğüm rüyamdan uyanamıyor gibiyim. Benim oturduğum evin zerresi kalmamış. Pullukla dümdüz edilmiş. Evvela pancar, ondan sonra patates ekilmiş. Bir işareti bile yok. Kapının önünde Murtaza dinlendiğinde, sapkın kayanın üzerine otururdu. O da yok. K-700, onu da ufalamış. Fakat benim rüyam bu gerçeği kabul etmiyor. Önümde her zaman Ak Ordu veya Altın Ordu var. Kağanat varken Türk Kağanına bahçe olmuş kutsi toprak. Sırdarya ozanlarından biri:
“İnsanlık gelir, yüz sene hayat sürer,
Kulu evinde ölse dahi bozkırda gömer.
Allahım, imanımla gitmeyi nasip eyle,
Kardeşler bizi nerede arar, ne diye döner?” demişti.
Yüz yaşıma kadar yaşarım, yaşayamam Allah’ın bileceği iş. Allah’ın emaneten verdiği hayatı er veya geç geri alacağından şüphem yok. İşte o zaman, keşke benim kabrim şu Ak Ordunun dikildiği yerde olsa. Ormanlık eskisi gibi olsa. Gümüş zil takan karacalar otlasa. Mezarlığımın üzerinde büyüyen söğüt dallarına bülbül konarak Ay ışığı altında ebediyen sevgi şarkısını söylese.
Hey gidi dünya!
ÇIPLAK KURT
Kurt tüyleri kalındır, keçe gibi sıkı olur. Kurt kürkü giyenler nadirdir. Onu giymek imkâna bağlıdır. Fakat gençlere giydirilmezmiş. Yakarmış. Bıyığı terlememiş genç delikanlı giyerse puluç hastalığına maruz kalırmış. Nesli daha öncesinden yanarmış.
Kurt, yaz mevsiminde tüy döker. Üzerindeki giysiyi o da hafifletir, azaltır. İşte kış mevsiminde kırk derece soğukluğa rahatlıkla dayanan yırtıcı kurt bu. Ondan dolayı avcılar onu kışın avlarlar. Bu canavardan insanlar nefret ederler. Çoğu korkar. Hatta hepsi korkar. Çünkü hayvanlarını yer, ondan sonra herkes ona karşı kin nefret besler. Pekâlâ, insan hayvan yemiyor mu? Yer. Onu niye kimse suçlamıyor?
Kurdun insandan farklılığı, insan her şeyi yer. Bitki ve nebatatı da azık eder. Hatta yılan-çıyanla beslenen millet var. Ama kurt ot yiyemez. Sadece tedavi için çok nadir bitkiler yer, genellikle bitkiyle beslenmez. Ancak hastalanırsa, çok değerli bitki kökünü tadar. Tabiatı böyle yaratılmış.
Kurt sadece etle beslenir. Su içer. İçki içmez. O, Allah’tan şeker şerbet istemez. Meyve de istemez. Onlar, insanın hevesleri. Kurtlar, insanlar gibi doymak bilmeyen, kanaatsiz değiller. İnsan kurt yavrusuna: “aç göz, sırtlan” diyerek hakaret eder. Ama nafile. Açgözlülük, sırtlanlık gibi sıfatlar önceden insanlara aittir.
Allah böyle yaratmış. Kurt yavrusunun suçu ne? Etten başka besin yok. Kurdu kötüleyenleri gördüğümde içimden:
“Ey faziletli hamimiz, bu bendeleri af et.” derim. Gök Börü, bizim faziletli hamimizdir. Gök Türkler zamanında Gök Bayrağa altın iplerle Gök Börü’nün kafası resimlendirilmiş. Boşuna mı oldu bu iş? Hayır, boşuna yapılmamış. Şimdiki Gök Bayrağımıza:
“Kurt resmini işleyelim.” diye teklif ettiğimde olağanüstü akıllılar, akil insanlar, devlet adamları güldüler:
“Ah, şu yazarlar, alâkaya maydanoz konuşurlar.” dediler.
Ne yapalım, çok konuşunca kabul etmek mecburiyetinde kaldım. Her ne ise, gelecek nesil bizden daha ferasetli olursa, belki bunu düzeltir.
“Bu adam ne demek istiyor?” diyorsunuzdur. Demek istediğim, dün konuşulan mevzunun devamıdır. Allah’ın bahşettiği hayatımızın bir günü daha geçti. Bir gece daha geldi. Fakirane serilmiş sofradaki yemeği yedik. Maşan ile birlikte dersimize yarım yamalak hazırlandıktan sonra yataklarımıza uzandık yoksa gazımız biter. Ayşe, traktör şoförlerinden almak zorunda kalır. Bu vakitte traktör bulmak kolay değil. Dışarısı ayaz. Uzanmazsak başka ne yapacağız?
Yorganı öteye beriye çekerek Maşan ile birlikte kavga ediyorduk. Sonra göz görmez karanlık gecede birbirini sıkıştıran tavuklar gibi itilerek sakinleştik.
Maşan:
“Teyze!” dedi.
Ayşe:
“Efendim yeğenim.” dedi.
“Dünkü sohbetimize devam edebilir miyiz?”
“Bu sefer ne anlatalım?”
“Dün bahsettiğiniz Kağan iyi insanmış.”
“İyidir iyidir.” dedi Ayşe iç çekerek. “Zulümatı da az değil.”
“Nasıl yani?” Maşan başını kaldırdı. Kağanın zalim olduğuna inanmıyordu galiba.
“Çok ısrarlısın.” diyen Ayşe yine isteksiz konuşmaya başladı.
“Dün Kağan, zil takan karacaları sever demiştim ya. Karaca hakikaten güzelliği farklı olan hayvan, özellikle yavrusunun yaşaran gözlerine dikkat edersen, ayrı güzellik. Kağan da güzelliğe heveslidir. Güzelliği, letafeti, şirinliği sevmeyen padişah, gaddar, zalim gelir.
Ondan sonra, bir gecede koruyucuların göz kırpmadan bekledikleri karacaların birisine kurt saldırır ve işini bitirir. Kağan ordusu düşman saldırmış gibi telaş içinde olur. Bekçiler ne kadar güçlü olsalar da ormanlıktaki ağaç ve dere başına bekçileri dikseler de yine bir tane karacayı kaybederler.
Kağan sinirlenerek:
“Yakalayarak getirin!” diye emreder.
Askerleri:
“Kurt kuyusunun nerede olduğunu kim bilir?” diye haykırırlar.
İşte o zaman kalabalıkta duran birisi:
“Kağanın kayınpederi avcı değil miydi? Bilecekse o bilir.” der.
Bir gözü ve bir eli kesilmiş kayınpeder:
“Önceden bilirdim.” diye karşılık verir.
“Bilirsen, yürü! Rehberlik et!” der askerleri.
Kurt kuyusu düz yerde olur muydu bilmem, avcılar atlarına binerek, sabırsız av köpeklerini koşturarak dağa doğru yönelirler. Karataş’ın ötesinde olan Korımtaş’a doğru giderler. Semiz karacanın karnını yararak yiyen kurt, etin birçoğunu gövdeye atarak alacalı taş altında olan mağarada uzanmış uyuyor olsa gerek. Kuyusuna yaklaşan avcıların gürültüsünü duyar duymaz başına bir bela geleceğinden endişe ederek hemen kalkar ve dışarıya fırlar. Atlılara göz atar atmaz Korım’a doğru kaçar. Avcılar koşturarak takip ederler. Fakat ıslanmış kaygan taşlar üzerinden atlar koşamaz olur. O anda kurdun peşine av köpekleri düşer. Kartalcılar, şahinlerinin göz siperlerini çıkartırlar.
Sonunda el âlem toplanır, yakalanmış kurdu sapasağlam Kağanın önüne kadar getirirler. Ayakları kalın iple bağlı. Ağzını da deri iplikle sararlar. Dişlerini de gösteremez olur. Sadece sinirinden ateş püsküren gözleri parlıyormuş. Büyüklüğü kapı kadarmış. Ayakları Nametkul’un çekiçleri gibiymiş.
“Hangi çekici?” diye sordum sabırsızlıkla. Çünkü atölyede bir sürü çekicin olduğunu ben çok iyi bilirdim.
“Çivi çakan mı atı nallandıran mı yoksa at arabanın tekerleklerine halka vuran çekiç mi?”
“Sakin ol ya!” diyen Maşan dirseğini böğrüme