Ay ile Ayşe
“Sen nereden geldin?” sorusuna meşhur bilge: “Ben çocukluk diyarından geldim.” demiş.
GİRİZGÂH
Yaşını başını almış kişilerden çocukluk diyarından gelmeyeni yoktur. Kimse annesinden sakallı olarak doğmaz. Ben de onlardanım. Annemin ismi Ayşe idi.
Az mı, çok mu; altmış yaşı geçtim. Az mı, çok mu; irili ufaklı kitap yazdım. “Halk Yazarı” unvanına sahip oldum. Yazdıklarımın hepsi altındır diyemiyorum. Fakat çoğu ve tatlı olanları sadece çocukluk döneminin renkliliği ve zenginliğinden, ter-ü taze yılların tesirinden gün yüzünü gördü. Büyüyegele çok şeye şahit oldum. Dünyanın dört bir yanına gittim. Fakat hiçbiri beni çocukluk döneminde olduğu gibi zenginleştiremedi.
Paris’e gittim, Paris rüyama girmedi. Mısır’a gittim, Mısır rüyama girmedi. Çin, Moğolistan, Hindistan, Pakistan, İran’a gittim. Okyanusun ötesi Texas’a, Chicago’ya, New York’a gittim; onlar da rüyama girmedi.
Rüyama sadece çocukluğum girer. Rüyama Mınbulak köyü girer. Aksu Jabağılı girer. Rüyama her zaman anam, babam, kardeşlerim girer. Ayşe, rüyamda bana bakarak, söylediklerimi tekrarla der. Ellerini gökyüzüne Ay’a doğru kaldırır. Uzun parmakları Ay ışığında daha da uzar. Yaydan çıkan ok gibi olurlar. Gitgide uzayarak Ay’ı dürterler. Ay uyanmaz. Murtaza gelir Ayşe’nin parmaklarının gölgesinde durur. Üzerine düşemeyen Ay ışığının yerine gölgeler sarar Murtaza’yı. Ben beş yaşıma dönerim. Gitme, diye seslenirim babam Murtaza’ya. O gider. Annem Ayşe’nin yanağındaki çukura düşer, çıkmaz. Silueti bana doğru gelir Murtaza’nın. Çocukluğuma sarılır.
Uyanırım ansızın.
Yaşlanınca bugün gördüğünü yarın hatırlayamaz olursun. Fakat çocukluğumda bir zamanlar gördüklerim yarın da olsa aklımdadır. Unutmam. Unutturmaz anılar kendini. Ben de atalarım ve Ayşe’nin salih ruhları şefaatçi olsun diye aldım kalemi elime.
Yazdım.
ŞAFAK SÖKMEDEN AĞARAN TAN
Anne karnından çıkar çıkmaz ilk gördüğünü hatırında tutanlar varmış. Ben doğduğumda evin içi kızıl renge bürünmüş. Bilmiyorum. İstidat sahibi kadar mütefekkir olmadığım belli. Çünkü “Aklım başıma ne zaman erdi, daha ilk gördüğüm ve öğrendiğimden aklımda ne kaldı?” diye bir öteye bir de beriye gözlerimi dikerek bakıyorum, hiçbir şey bulamıyorum. Üç yaş, dört yaş derken her şey gözümün önünde donuk donuk, muğlak. Sadece Aynak Ninem beni arkasına bindirmiş giderken, bir ayağımın lastik galoşu yere düşmüştü, ihtiyar kadının geldiği gibi izini takip ederek yere düşen galoşumu aradığını zor hatırlarım. Aynek Ninemin arkasına bindiğime göre herhalde daha kendi başıma rahatlıkla yürümeyecek yaştaydım.
Murtaza’nın Grişka isminde bir Rus adamla konuştuklarını iyi bilirim. Evimizin doğu tarafında olan duvarı vardı. Murtaza’nın üzerinde kenarları siyah kadife dikilmiş, sarı renkle boyanmış kürkü vardı. Kafasında ise aynı deriden dikilmiş kürk şapka, şapkanın kenarında siyah kuzu post. Sakalı sarı renginden kırmızımsı idi.
Yanında Grişka. Murtaza sapkın kayanın üzerinde oturuyordu. Grişka ayaktaydı. İhtimal baharın rutubet zamanıydı. Çünkü güneş ışığına hayranlıkla bakarak, arkamı evin duvarına dayanarak çömelip oturuyordum.
Grişka ustadır. Bir dülger. Evimizin önündeki Emirekul’un evi şu anda atölye olarak işliyor. Güneşin batı tarafındaki oda, ağaç atölyedir. Doğu tarafındaki ise demir atölyedir. Bir tarafta Grişka çalışırdı, diğerinde Nametkul.
Zannediyorum, konuştukları mevzu Nametkul idi. Benim dinlememem gerek ama yanında duran iki büyük adam konuştuğunda kulağını kapatman mümkün değil. Grişka’nın Kazakçası mükemmel idi. Şöyle dedi:
“Nametkul’un hanımı Züleyha vefat edeli bir seneyi geçti. Kızları Nazipa da vefat etti. Oğlu Baybosın ile birlikte kaldılar. Öyle ise bir şeyler yapıp etmemiz gerek, Murtaza.”
“Haklısın.” dedi Murtaza, sözüne devam ederek:
“Uzun zamandır aklımdaydı. Şu Kırgız tarafında benim Nuralı isminde eniştem var. Onların köyünde eşi vefat etmiş dul bir kadın varmış. Nametkul için uygunmuş.”
“Öyle ise, hemen görüşmek lazım, yazık oldu adama.” dedi Grişka.
Grişka bir oğul, bir kız sahibi idi. Oğlu benden büyüktü, onun da ismi Grişka. Ruslar da gerçekten enteresan bir millet. Babası Grişka, oğlu da Grişka. Başka isim mi bulamadılar? Babası ismi unutulmasın diye oğluna kendi ismini vermiş. İsmim unutulmasın diyor ha, vay canına? Küçük olmama rağmen:
“Murtaza’ya ne oldu? Öyle bir endişesi yok muydu? Neden benim ismim Barshan? Neden bana Murtaza ismini vermediler?” diye düşündüm.
Tabi ki yıllar sonra, Murtaza’nın canını teslim ettiği uzun zamandan sonra ben bu soruyu Ayşe’ye sormuştum, o:
“Sen varken, Batırhan varken Murtaza’nın ismi unutulmaz. ”dedi. Neden bilmiyorum ama kız kardeşim Kur-maş hakkında bir şey söylemedi.
Grişka’nın kızı Nataşa idi. Benimle aynı yaştaydı. Ağaç atölyeye gittiğimde Grişka upuzun ağacı yontuyordu. Rendelendiği ağaçtan kıskıvrak ipince yongalar düşüyordu. Nataşa yere düşen yongaları toplayıp sapsarı saçlarına takıp süsleniyordu. Benim kafama da takıp neşeli neşeli gülüyordu.
Ondan sonra küçük Grişka, Nataşa ve ben üçümüz birlikte Berdımbet deresinin kenarına gidip kaba yonca çiçeği toplar, yaban kene otunun kırmızı çiçeğini, benç kozasını yolardık. Bencin mor renkteki çiçeğine mavi kelebek konar, biz onu yakalamaya çalışırdık. Kelebek uçar. Hepimiz onu kovalamaya yeltenirdik. Yakalanmadan eğrilerek uçar. Biz de eğrilerek koşardık. Bazen düşerdik. Derenin dibinde gümüş gibi parlaya parlaya akan çaya kadar giderdik. Fakat kelebeğe bir türlü yetişemezdik.
Şu anda şaşırmış haldeyim. Acaba, o zaman dört beş yaşta olan bizler, Rus ve Kazak çocukları hangi dilde konuştuk? Hiç hatırlayamıyorum. Benim o dönemde Rusça bilmediğim belli. Herhalde onlar da Kazakça bilmezdi. O zaman nasıl anlaştık? Hayret. Fakat sabahtan akşama kadar birlikte oynadığımızı ayan beyan hatırlarım.
Muhtemelen dört-beş yaştaki çocuklarda birbirini dilsiz anlayan farklı fazilet vardır. Büyüye gele büyükler bu fazileti kaybeder, “Benim dilim, senin dilin…” diye tartışma derdine düşerler. Grişkalar bir gece iz bırakmadan kayboldular. Babama sorduğumda:
“Komşu köye taşındılar.” dedi.
İşte saçları dağınık sarı kafalı dostlarımdan ayrılıp bizim sümüklü karadomalaklarla arkadaş oldum. Diğer türlü bu dünyada yapayalnız yaşamak zor iştir.
Tahminen, 1937’nin Mayıs ayıydı. Murtaza beni komşu köye götürdü. Aslında gün, bayram günüydü. Böyle bir bayramı ilk defa gördüm. Yığın yığın halk vardı. Hepsi kırmızı ve yeşil giysiler giymişti. Ne güzel hayat. Musikiler, şarkılar… Pehlivanların güreşini de orada izledim. At yarışı da vardı. İnsanlar sevinç içindelerdi.
Sonra birden… İğne atsan yere düşmez kalabalığın içinden Küçük Grişka ’yı fark ettim. Onu saçlarından tanıdım. Karasığırcıkların arasında beyaz kafalı toygar gibiydi. Elimden tutan Murtaza etrafına bakarken benim nasıl sıyrılıp gittiğimin farkına bile varmadı.
Beyaz kafalı çocuğun yanına sokuldum. O da beni tanıdı. Çok sevindi. Elimi sıkıca tutarak kalabalığın olduğu yere çekti. Sarı saçlı insanlar çoktu. Dillerini hiç anlayamıyordum. Özellikle kadınlar kırmızı beyaz giysiler giymiş eğleniyorlardı. Birisi eline kutu gibi birşey tutmuş gürül gürül çalıyordu. Bir Rus kadını bana:
“O, barançuk, horoş, horoş!” diye bana simit uzattı. Ne kadar da çok tatlıları varmış. Kadın, Ayşe annemin dikmiş olduğu lacivert gömleğimin ön cebine şekerleri doldurdu. Daha da dolduracaktı fakat bundan başka cebim yoktu. Pantolonumu yokladım, her yeri dikili idi cebi yoktu.
Küçük Grişka ile birlikte el-ele tutuşup gitmediğimiz, görmediğimiz yer kalmadı. Birisi müzvarla buruşturulmuş