Gök Börü köpek gibi insana yaltaklanamaz. Havlayamaz da, inilti çıkararak ağlayamaz da. Sadece Gökteki Tanrısına derdini döker. Sadece ona itaat eder. Diğer türlü, zaten insanlar evlerinde büyütmekle ve alıştırmaya kalkmakla zahmet ederler. Ortaya bir şey çıkmaz.
Kurt çıplak etiyle titreyerek, gökyüzüne bakarak çığlık atarcasına uluduğunda, kapalı gözlerinden tekrar kan damlamış. Bu kadar işkenceli manzaraya ve çığlığı duymaya dayanamayan Kağan, tahtından kalkıp gitmiş. Bu olaydan sonra, dünyayı aydınlatan Güneş akşam vaktinde batmaya başlamış.
Yeter artık, uyuyun!” Ayşe sustu.
“Daha yok mu?” diyen Maşan da soramadı. Geç vakte kadar uyumak istemedim. Biraz önce pencereden görünen Ay da kayboldu. Evi koyu karanlık bastı. Dirsek batıran, tepişerek duran ikimiz o gece birbirimize kucaklayarak girmişiz. Kurmaş ile Batırhan, Ayşe’nin kucağına yapışmışlar. Hepimiz gözünden kan damlayan, dimdik durup uluyan kurdu düşündük.
Düşünüp uyuduk.
EMİREKUL
Evet, demek ben, Ayşe’nin dediğine göre 1932 yılının 28 Eylül ayında dünyaya gelmişim. Köyümüzde o gün doğanlardan dört beş çocukmuşuz. Kolahan’ın Amanbay’ı, Abiş’in Süleyman’ı, Mamıt’ın Sedepgül’ü. Birisi daha vardı, unuttum. Onlardan şu anda yirminci yüzyılının sonunda gün gibi aydın dünyada yaşayan yalnız benim. Şu anda köyümüzde 1932 yılında doğan benden başka kimse yok. Nasıl ölemediğimi kudreti sonsuz olan Allah bilir. Diğer evlerden farklı olan evimiz hiç mi zorluk çekmemiş?
Ayşe şöyle demişti:
“Murtaza, onun aynı boydan gelen kardeşleri Emire-kul, Nametkul, Sultan, üçü birlikte toprağa sakladıkları bir çuval buğday varmış. Onu kazarak çıkartmaya gücü yetmiyormuş. Tabi her yerde bekçiler ve takipçiler var. Onlar dünün fakirleri. Senin Künikey Nine’nin büyüttüğü fakirleri. Jolan Janıs boyunun kızı, meşhur Töle Bi’nin torunu Künikey Hanım herkese merhametli davranmış. Yetim ile dul kadınlara ev vermiş, mal vermiş. Onun bu iyiliğini vefalı olanlar destanlaştırarak anlatırlar. Fakat bu zamanda zengini kim över ki hemen yok ederler.
O bekçilerin arasında Tasbet de vardı. Sana hamile kaldığımda, iste kurutulmuş tuzlu ete aşerdim. İsliyi bulmak ne-e-e-erdee? Ve ben hep soğan yiyormuşum. Acı soğan yemek olur mu? Sonunda kusmaya başlar, ölürüm zannederdim.”
Evet, demek ben, Barshan, ana karnında bulunduğumdan itibaren acının tadına alışmışım. Çünkü ana karnına ne düşerse, onunla beslenir durursun. Benim hakkımda sert, şiddetli diyerek gıybet ediyorlar. Benim çektiğimi çekselerdi görürdüm ben. Daha doğmadan acı ile zehirlenirse. Belki de beni çiçek hastalığından koruyan acı soğandır.
“Hal böyleyken.” dedi Ayşe, “Sonraki sene yani 1933 yılında Murtaza’yı Tülkibas ilçesinin hapsine atmışlardı. Yirmi sekizinci yılında devletin el koymasından sonra kalan ufak tefek eşyayı tekrar haczettiler. Berdimbet Deresi’nin başında toprağa sakladığımız altı kanat çadır evimiz vardı. Çürür diye Murtaza ile Emirekul kazıp aldılar. Onu da elimizden aldılar.”
Barshan, sen Emirekul Amca’yı bilir misin? Vay Allah, sen nereden bileceksin? O zaman bir yaşındaydın. Emirekul’un oğlu Medethan da bir yaşında idi. İkiniz de aynı yaştaydınız. Emirekul, Murtaza’nın öz kardeşi. Erkeklerden hiç böyle yakışıklı erkek var mıydı? Senin baban gibi değil, uzun boyluydu. Yakışıklılığında eksik yanı yoktu. Erkeğin güzeliydi. Allah mekânını cennet kılsın!
Demiştim ya, Murtaza’nın ablası Nuralı isminde bir Kırgız ile evlenmişti. Bizim Emirekul ise ablasının evine devamlı gidermiş. Çok seviyordu ablasını. Kaderde ne yazılmışsa artık, işte şu Kırgız diyarlarında Şarban isminde Kırgız kıza âşık olmuş. Ne var ki ondan sonra Emirekul Şarban’ı kaçırdı. Sonra Kırgızlar geldi. Olayın ortasında büyük kargaşa çıktı ama dindi.
Ne ise, bir sene sonra çocukları oldu. Medethan adını verdiler. Sene 1933. Babanı Tülkibas hapishanesine atmışlardı. Emirekul devamlı ziyaretinde bulunurdu. Sonra bir gün ilçeden Anarbay denen temsilci geldi. Köyün baş jandarması Keşen ile birlikte Emirekul’un evini bastılar. Evi, şimdiki demir atölyenin yeri idi.
Emirekul’a:
“Haydi, gümüş eyeri ver!” dediler.
“Vermem.” dedi Emirekul.
“Neden?” dedi suç takanlar.
“Bu babam Berdimbet’ten kalan yadigârdır.”
“Baban Berdimbet zengindi değil mi? Sen de ağanın çocuğusun değil mi? Öyle ise ağabeyin Murtaza’nın yanına atılırsın!” dediler dönemin cellatları.
“Bana kalırsa öldür. Sağ iken hiç birşey vermem.” dedi Emirekul.
“Babam Berdimbet şu eyere binerek anam Kunıkey’i ta Töle Bi ilçesinden getirmişti. Bu benim için tarih, bu bir hatıra, anladınız mı?”
Nereden anlasın ilçeden gelen temsilci. Yanındaki polis ile jandarma, hepsi birlikte Emirekul’u döverek, vurarak eyerine el koydular. Genlerinde biten huy mu bilmem o dönemde eyer için değil, insanoğlu karıncalar gibi ezilip helâk olduğu dönemde güçlüyle hiç mücadele etmemek gerekliydi. Sonunda onurundan mıdır Emirekul’un yüreği yandı. Kederden vefat etti.
O sene Murtaza hapisten çıkmıştı. Şu anda savaşta olan Baurcan, o zaman ilçede devlet işlerinde çalışıyormuş. Babası Momış dedemiz Murtaza’yı çok severmiş. Küçük yaşlarındayken Baurcan’ı atın üzerine oturtur hep bizim evimize gelirdi. Kımız içerdi. İşte bu Baurcan sonradan büyüdü, iş yapmaya başladı, Murtaza’yı hapisten çıkartmıştı.
Emirekul vefat ettikten sonra dul kalan, güzel, melek gibi pakize Şarban delirecekti nerdeyse. Emirekul’un öldüğüne bir türlü inanamıyordu. Kayınbiraderi Sarsenbay’a yalvararak Emirekul’un mezarlığını kazarak görmüş, bakmış. Bakmış. Emirekul’un ipince bıyıkları dökülmüş. Sonra görmekten vazgeçmiş.
Akrabalar geleneğe göre Şarban’ı Murtaza’yla evlendireceklerdi. Ben de deliymişim, kabul etmedim. İşe bak, yanımda Murtaza bile yok. Nerede? Kızganmıştım ama boşuna. Fakat zengin Murtaza’nın iki karısı var diye de daha farklı bela, fitne. Ne var dul da gitti yetim de. Kemiklere mühür vuruldu. Dul ile yetim erkekten ayrılabilir ama milletten ayrılmazdı. Zaman da zaman olmaktan çıktı.”
Gece yarısı olmuştu. Öteden Mamıt Dede’nin köpeği durmadan uludu. Ayşe:
“Ey, Allah canını almasın.” dedi köpeğe.
Kim bilir o gece ya Orha ya da Noha vurulmuştur. Ben henüz çocuktum. Fakat şu “Emirekul” hikâyesinden sonra düşünceler kafamı rahat bırakmadı, yine uyuyamadım.
Dağa bakan Ay, pencereye göz kırptı.
“Uyu evladım, gelecekte daha çok şeyler görürsün.” der gibiydi.
KIRGIZ ATA
Ayşe’nin her zaman anlattığı Kırgız Dedeyi de gördüm. Güz mevsiminin soğuk günleriydi. Yıl 1942 idi. İnşaallah, on yaşa gelmiştim. Boyum uzamış delikanlı olmuştum. Şu işçiler başı Tasbet bana çocuk