Adeta uluyarak bağıran keçilerin çektiği azaba dayanmayan Ayşe yediğimiz şeker pancarının birazını açlığı giderecek kadar doğrayarak verdi. Dişlerine bile değmedi. Tekrar böğürmeye başladılar. Aç keçinin böğürmesini Allah duyurmasın! Aç keçi iğrenç varlık gibi; sakalları karışık, gözleri çakır, adama doğru şaha kalkar. Avrupalıların şeytan resmini keçi şeklinde çizmeleri boşuna olmasa gerek.
Hiç durmadan altı gün boyunca esen kar fırtınası yedinci günün gecesinde dinmeye başladı. Gökyüzü delinmişti. Gökten etrafını aydın halka sarmış olan, gözleri hastalanmış gibi bitkin Ay göründü. O zaman Ayşe yatakta uzanarak yatan bana:
“Kalk!” dedi. “Üzerine bir şey at!”
Ayşe’nin sinirlenmesini siz bilmezsiniz. Erkeğinden ayrılmış dişi kurt da aynı Ayşe de. İkimiz iki çuval, iki urgan alarak dışarıya çıktık. Sessizlik kaplamıştı etrafı. Köpekler bile havlamıyorlardı. Sanki üzerine beyaz kefen örtmüştü açlık çeken köyümüz.
Karayolunun üzerinde dağların yüksekliğine uzanan yolda kolhozun bir tek tınazı vardı. Yazın Moldarayım dedenin tepecik gibi topladığı tınazıydı. Bu diyarlarda ihtiyar Moldarayım’dan kaliteli usta tınazcı yoktu. Tınazı o kadar düzenli ki, bozmaya bile acırsın.
Kar kalın ve sert idi. Hafta boyu esen zehir gibi soğuk fırtına, karı teksif ederek iyice ezmiş. Bazen kürtüne gümbürtüyle düşüp batıyorduk. Ayşe buna memnun değildi.
“İz kalacak.” dedi.
Sanki arkasından avcı izliyordu ve hızına yetişemeyen yavrusuna dönerek bakan bozkır antilobu gibi bana bakıyordu.
“İzlerime basarak takip et.” dedi. “İki adam izi oluşmasın.”
Ayşe’nin attığı adımları uzundu. Ayşe uzun boyluydu. Genç gelin iken zarif ve ince kızmış. Babamız Murtaza ise mekânı cennet olsun kısa boyluydu. Akranları:
“Şu kadını nasıl döveceksin? Seni ikiye katlar.” diye gülmüşler. Evet, Ayşe güçlüydü. Kendisi hem duldu hem de cılızdı. Şu devirde nasıl geçiniyordu acaba, aklım ermiyordu? Ayşe’nin adımlarına benim adımım yetişmez. Ayağımı sağlam atarak zar zor takip ediyordum. Tınaza varıncaya kadar balık gibi terledim, korktum.
Tınaz kemirilmiş gibiydi. Boşluklar oluşmuş. Boşluğuna kar dolmuş. İlk olarak dolan karı ellerimizle zorla temizledik. Sonunda yorgun halimizle temiz otlara ulaşabildik. Otları ellerimizle çekip büyük çuvalın içine sığıştırarak koyuyorduk. Bizim Töskey’in otları ne güzel. Kuzu işkembesinde pişen ağız sütü gibi. Ne eylersin, mal değildik, yoksa hepsini yemek istersin. Birden hoş ot kokusu sardı ortalığı. Soğuk kış değil, neşeli yaz geldi sanki. Keklik otuyla karışan buğday ile çemen otu, sorguç otu ile süpürge çiçeği, kokusu yağlı olan efedra ile pelin otu, kırmızı yonca, malva ile tüylü kısamahmut ve niceleri yaz mevsimindeki gibi buram buram kokuyorlardı. İmkân olaydı da bütün tınazıyı alıp götüreydim. Tınazın oyuğuna yatarak, hiç hareket etmeden uyusam keşke, ne güzel.
Fakat Ayşe bana seslendi. İki çuvalı ayaklarımızla basarak sıkıştırdık ve urganla sardık. Bir çuvalı Ayşe benim arkama yükledi, sonra göğsüme urganın ucunu sararak bağladı. Kendi çuvalını hiç zorlanmadan arkasına atıverdi. Bu şekilde geldiğimiz gibi izlerimizi takip ederek döndük. Altı gün esen kar fırtınası azmış gibi, Ayşe:
“Kar fırtınası tekrar olsa da izlerimizi kapatsa iyi olur.” dedi. Sonra gökyüzüne baktı. Kenarında aydın halka çizilen Ay kederli gözüktü. Gökyüzünde Ay kederlenirse, yeryüzünde yaşayan bizim gibi fakirlere ne çare. Tanrı yar ve yardımcımız olsun. Tasbet’in kahrından muhafaza etsin bizi. Tasbet öğrenirse, Ayşe’yi de beni de mahkemeye verirdi muhakkak. Zaten halk düşmanı, vatan haini denen ölüm mührü vurulmuştu alnımıza.
Geçen yaz mevsiminde Sartay isminde sefalet içinde yaşayan dede mahkûm olmuştu. Kendisi meşhur Momışulı Baurcan’ın yakın akrabasıydı. İşlediği suçu ise; onun bir tek eşeğini Tasbet alıp yaz boyunca siloya götürmüştü ve buğday taşıtmıştı. Bunu gören Sartay ise:
“Ne benim eşeğim gerçekten kayboldu, ne de şu devlet…” demişti. Çok sinirlenmişti. Tasbet bu sözü duyar duymaz hemen polislere şikâyet etmiş. Ondan sonra Sar-tay ortalıktan kayboldu.
O anda bende korku yoktu. Neşeli yaz mevsiminin bir çuval nurunu üzerine almış insanın hiçbir kaygısı olmaz zaten. Fakat Ayşe korkuyordu. Ay’a bakıp bakıp kederleniyordu.
AY IŞIKLI GECELER
Soğuk Şubat ayının beyaz kar fırtınası bir gün dindi. Cin çarpmasından dinen şaman gibi kesilince, gökyüzü açıldı ve perdesiz pencerede Ay ışığı çiseleyerek duruyordu. İki çuval ot gelince keçiler ağlamalarını kestiler. Uykumuzu rahatlıkla alacaktık. Gece uzun idi. Ayak izlerimiz kapının dışında duruyordu.
İşte o zaman, üç yetimini uyutmak için Ayşe masallar anlattı. Bizim için bu geceler, mübarek geceler gibi Allah’ın rahmetinin sağanak sağanak yağdığı anlardı. Bazen Ayşe’yi tanıyamaz olurdunuz, hemen değişiverirdi. Uzun gecelerde bizlere her türlü hikâyeler anlatarak sanki kendisi de içindekilerini boşaltıyor gibiydi, derdine derman söyler gibiydi.
Bizim halamızın, Köksay’dan Nuralı isminde Kırgız-la evlendiğini, kör kayınvalidesinden duymuş. Babamız Murtaza’nın annesi Künıkey’ın kocasının ikinci hanımı sonradan kör olarak kalmış. Destan anlatır gibi şiir diliyle anlatmaya başladığı anda, bizler içimizden nefes alır dinlerdik.
Meğer zengin Kırgızlarmış. Manas zirvesine ulaşarak yaylaya çıkarlarmış. Yayla ismi Maydantal mıydı Ögızkorğan mıydı, bilemem. Yaylayı kendisi görmese de Ayşe adeta cennet yamaçlarına benzeterek tatlı tatlı anlatırdı. Yaylaya Kırgızlar atla, deveyle, öküzle göç ederlermiş. Üst tarafı zirve, altı ise uçurum, yalın ayak yılankavi yol olurmuş. O zaman Kırgızlar:
“Kazak gelinin gözlerini bağlayın, başı dönerek uçuruma düşer.” deyip halamızın gözlerini başörtüyle sararak bağlamışlar. Buna benzer çok ilginç hikâyeler anlatarak sonunda:
“Şu Kırgızlar, babaların sağ iken sık sık gelirlerdi, ilişkiyi kestiler.” diye ah çekti.
“Abdibek, Susar isminde yeğenlerimiz vardı. Abdibek askerliğe gitmiştir. Sanambübü isminde eşi vardı. Kırgız Ata yani Nuralı eniştemiz ihtiyarladı. Zor oturup kalkıyordur.” dedi.
“Uyumadınız mı?” diye sordu Ayşe bir ara.
“Hayır hayır, daha ilginç şeyler anlatır mısın?” diye rica etti kız kardeşim Kurmaş. Erkek kardeşim Batırhan’dan ses yoktu, uyumuştu herhalde. İşte o anda Ayşe, kendi çocukluğunun tatlı günlerine doğru uzanan yolculuğa çıkar. Göz önüne Kara dağın altında yatan Burıl dağ gelir. Burıl dağın eteğinde yerleşen Yesey ağabeyin köyünü görür. Örülmüş saçlarıyla genç kızcağız yakın arkadaşlarıyla birlikte bir taştan öbür taşa zıplayarak kekliğin yumurtasını arar. Aramaları o kadar ilginç gelir ki dağın tepesine kadar çıkarlar, sonra kızlar aşağıya inemeyip ağlarlarmış. Hepsinden önce Ayşe tepeye çıkarmış. Büyük taşlardan inemeyen ve ağlayan kızları köydekiler görür görmez zorla indirirlermiş.
“Yesey