“Ne mezarlığı ya?” dedi korkudan fırlayan Ayşe.
“Elza…” diyerek Anna ellerini yüzüne götürdü.
Bizler korkarak yataklarımızdan fırladık. Çevresi henüz çevrilmemiş bîtap halinde olan yetim mezarlık, Berdimbet deresinin baş tarafında idi. Karayolunun üzerindeydi. Önceki toplantıda konuşan Otta Bauer ve bir iki Alman geldi. Kendilerince bir şeyler konuştular. Bizler anlamıyorduk. Anladığım tek şey: “Müslüman, Müslüman!” demeleri idi.
Ne var ki, Elza’yı mezarlığa değil, ondan biraz aşağıda olan Berdımbet Deresi’nin önünde, toprak ocağı kadar yere kazıp gömüverdiler. Karınca yuvası gibi toprak tepeciği, bembeyaz karın ortasında siyah bir leke gibi kaldı. Bembeyaz dünya yüzündeki darı kadar ben gibiydi. Tabi ki, genelde “bembeyaz dünya” dediğin şey üvey evlat gibi yapayalnız köyü tasvir ederler fakat bu ifade tüm dünya için söylenemez. Dünyanın genel yüzü lekeli, kan lekelidir.
Otta Bauer ve diğer Alman erkekler bir günde kayboldular.
“Nereye gittiler?” diyorduk.
“Trudarmiya’ya işçi askerlik olarak götürdüler.” dediler. Bundan sonra onları hiç görmedik. Kalan Almanlar ise, havalar ısındığında kendilerine ev yapıp Kazakların sağa sola uzanan evlerini terk ederek taşındılar. Bilmem kaç yıl geçtikten sonra hep yurt içi ve yurt dışı seyahatlerden sonra geldiğimde “Alman Sokağı” diye isimlendirdiğimiz sokak vardı. Evleri güzeldi. Bağ ve bahçeleri vardı. Sanki onlar kısmetli yerlere yerleşmişler gibi. Anna ihtiyarlamıştı. Emma büyümüştü ve başka bir Almanla evlenmişti. Ufak bir dükkânı varmış, tek gözlü eşi ise depo işçisiymiş. Yıllar sonra evine davet etti. Ziyafet verdi. Sonra Emma’nın bir şişe votkasını içtik.
“Gut gut, zer gut.” dedim ben.
Gülümsediler.
MÜSLÜMANLIK ALAMETİ
Yüce Yaratıcı, âlemin Rabbi ta o baştan Âdem Ata ile Havva Ana’yı dünyaya gönderdiğinde, bu ulu ata ve anamızın suret ve sıretinde hiçbir eksiklik yanları olmamış. Fazlası da eksiği de yokmuş. Kısacası mükemmellermiş. Âdemoğlu şüphesiz sonsuz sanatkâr Kudret’in eliyle, sonsuz ilmiyle yaratılmıştır. İnsanın vücudunda ne eksiklik var? Kulağı mı fazla? Kolu, ayağı fazla mı? Hepsi ama hepsi yerine yerleştirilmiş.
İnsanın yaratılışı dünya ve âlemin yaratılışı gibi pürüzsüz dikilmiş. Mühendis dediğimiz insanlar makine yapıyorlar, saat yapıyorlar. İmha eden aletleri tamir etmekle, yapmakla çok kazanıyorlar. Fakat insanı yapma çabaları örnekleri var ise de insanı yapamıyorlar. Robotların ruhu yok, hissi yok. Sevinemiyor, kaygılanamıyor, hayal edemiyor.
Öyle ise, Allah’tan başka kudretli kimse ve hiçbir şey yok. Ama gele gele insanlar insan yaratılışından, teninden eksiklik bulmuşlar. İnsanlığın hepsi değil, büyük ölçüde bir kısmı.
Meğer onların fikirlerine göre erkeğin uzvunda, teferruata inersek, sadece bir uzvunda, yine teferruata inecek olursak, erkeklik alametinde küçücük küsurat varmış. Erkeklik alameti budanmamış. Kesilmemiş olanı ise minicik deri imiş.
İşte şu minicik deriyi usturanın keskin gözüyle kesip atarsa, sevap işlenirmiş. Yoksa büyük günah! Herhalde o günahın şiddetli cezasını ölüm ötesinde göreceksin. Öbür tarafta ebediyyen cehennemde ah u efgan etmektense, bu dünyada ufacık acıya dayanarak omuzlarında taşıdığın batman ağırlığında olan borcu ödemek daha iyi.
Ayşe bunu çok merak etti. Çok zor, Mınbulak’ ta çocuğu sünnet edecek kimse yoktu. Önceki sakinlik dönemlerinde Türkistan kentinden gelip sünnet bayramını yaşatan ve ücret olarak her sünnet edişinde hayvan toplayan Seyyid Kara da gelmiyordu.
Murtaza olsaydı, Ayşe merak etmezdi. Oğlunu sünnet ettirmek babanın borcudur. Fakat Murtaza’nın borcu, Ayşe’nin omuzlarındaydı. Alnına öyle yazılmış. Baş eğmekten başka çare yoktu. Berdımbet Deresi’nin güzelliği kaybolmuştu. Güller solmuş, kelebek avlayan kırlangıç uçmamıştı. Onun yerine kalabalık uçan örümcek ağ zamanıydı. İhtimal, kırk ikinci yılın sonbaharı idi.
İnatçı kara kısraktan kalan tayın üzerinde yaslanarak, derenin bodur bitkisine otlanan atlara bakarak oturduğumda, Ayşe beni fellik fellik ararmış. Nefes nefese yanıma yetişti.
“Ey Barshan, hadi eve gel!” dedi.
“Oldu ki?”
“Gelince söylerim, hadi gel.”
“Atı ne yapacağım?”
“İşçi başı Tasbet adam gönderecek.”
Ayşe’nin dediklerini yapma da bakalım ne olacak? Allah göstermesin. O tayın üzerine zar zor oturan beni değil, gerekirse, Tasbet’i attan düşürür. Öyle de oldu zaten. Tabii ki, Tasbet’ in suçu vardı. Diline dikkat etmezdi. Lanet okurdu. Ağanın karısı derdi. Halk düşmanının, hainin karısı derdi. Ayşe bir ağladı, iki ağladı, sonra dayanamadı, harmanın başında bir grup insanın önünde Tasbet’i atın üzerinden fırlattı. Tasbet ise, şikâyet edecekti. Millet sakinleştirdi.
Eve geldikten sonra Ayşe büyük kazanda su ısıtarak beni iyice yıkadı. Çamaşır sabununa kıymadı. Amerikan bezinden dikilmiş de olsa tertemiz gömlek giydirdi. Hava sıcaktı, yine de üzerime sarı kürk, beyaz tavşan şapka giydirdi.
Ne olduğuna anlam veremiyordum, kardeşlerim şaşkın şaşkın bakıyorlardı. İhtimal beni düğüne gidiyor diye düşünmüş olmalılar, bizi de götürün diye ağlamaya başladılar.
Ayşe onları:
“Susun!” diyerek sakinleştirdi. Kaçmasın diye elimden sıkı tuttu ve birkaç dereden geçirerek muhtarlığın evine getirdi. Juankul köy muhtarına her gün lanet okuyup nefret ediyordu hani, bu da ne diye hiç anlam veremedim. Eve girdiğimizde, kahkaha atarak konuşan ihtiyarlar, fısıldaşarak konuşan ihtiyar kadınlar vardı. Beni görenler:
“Ay, Barshan geldi, Barshan!” diyerek sanki Barshan değil de meşhur Baurcan Momışulı gelmiş gibi seslendiler. Salonun içinde sıraya dizilerek yatan çokça çocuk vardı: Korğanbay, Boranbay, Kuanışbay, Amanbay, Öser, Tılepaldı, Süleyman. İnekler gibi ağızlarına sertleşmiş lor peynirini atarak çiğniyorlardı. Sonra öğrendim ki sünnet edeceklermiş. Ayşe’nin elinden elimi çekerek kaçmak istedim ama nafile. “Bırak!” diyerek zorladım ama ev içindekiler:
“Barshan kahramandır!”
“O, yazın siloya buğday taşıdığında Yevgenyevka Köyü’nün yaramaz çocuklarıyla korkmadan dövüşmüştü!”
“O, Salbi’nin hırçın köpeğinin çenesini ikiye ayırmıştı!” diyerek beni övdüler. Bu övmelerden sonra kaçmak ayıp olurdu tabi ki. Çaresizce dizilenlerin yanlarına ben de uzandım. Kırgız’dan gelen cerrah, her türlü ilginç hikâyeler anlatarak işini bir bir bitiriyordu. Şakacı cerrahın hikâyelerini dikkatle dinleyen ben işimin nasıl bittiğini de fark edemedim. Sadece keçeyi yakarak bastığı zaman canımı çok acıttı biliyorum. Kırgız cerraha bağırarak anasını avradını… Cerrahsa:
“O, yiğit oğlu yiğitmiş, amma da deliymişsin.” diyerek güldü. Başımı Ayşe’ye doğru çevirdim. Ayşe ağlıyordu. Kim bilir, velilik borcunu ödediğinden sevinmişti:
“Çocuğumu inançsız bıraktın!” diye bundan sonra Murtaza rüyasına girip dert etmez, razı olmuştur. Ayşe ervahlara saygılıdır.
ZİL TAKAN KARACA
“Eski, eski, eski-i-i-de-e-en.” diye türkü söyler gibi başlardı sohbetine Ayşe.
“Bir