Tölen Abdik Hayatı ve Seçme Eserleri. Анонимный автор. Читать онлайн. Newlib. NEWLIB.NET

Автор: Анонимный автор
Издательство: Elips Kitap
Серия:
Жанр произведения:
Год издания: 0
isbn: 978-625-6981-94-2
Скачать книгу
gözlerini yumdu. Lakin çok geçmeden korkuyla uyandı. Çıldırmış gibi feryat eden Alma’yı zor susturdum.

      – Ne oldu? Neden korktun?

      – Düş gördüm, dedi titrek sesle.

      – Nasıl bir düş?

      – Boğazımı sıktı, dedi sesi daha da titreyerek.

      Ben irkildim. Eğer sağ el boğazını düşünde de sıkmaya başladıysa benim yapacak hiçbir şeyim yoktu, ancak Alma’yı sakinleştirmek için:

      – Onlar, çok düşünmekten görülen rüyalar, deyiverdim. Canım sağ olduğu müddetçe seni koruyacağım. Anlıyor musun? Başında gece gündüz beklemeye hazırım… Yalnız, senin böyle korkmaman lazımdır. Bana güven…

      Alma, boynuma sarılarak ağlamağa başladı. Gözyaşına bulanmış ağzını burnunu küçük çocuklar gibi yüzüme sürdü. Ağzıma gözyaşının kekremsi tadı geldi…

      O zamanlar benim de aynı sara hastalığına tutulmuş olmam uzak bir ihtimal değildir… Alma’ya karşı olan gizli ilgimin sebebini şimdi bile açıklayamıyorum. Tek bildiğim, Alma manevi olarak yalnızdı. Onu ilk anlayan ise bendim. O, yalnızlıktan kaçıp bana sığındı, fakat benim yerimde başkası olsa da onun için fark etmezdi. Nihayetinde birisine sığınması gerekti… Alma’nın sağ elini avuçlarıma alıp, bebek dudaklarına benzeyen dudaklarını büzerek uyumasına, heyecanla bakıp oturmaya iyice alıştım.

      Her gece, kendi isteğimle nöbete kalarak divanda uyuklayışıma herkes kendince bir yorum getirdi. Nihayet arkadaşlarım arasında da “Gizlice doktora tezi hazırlıyor.” söylentisi çıktı. “Tedavi etmekte olduğu delilerin biriyle çok yakın ilişkisi var.” demeye hiçbiri cesaret edememiş olmalı.

      Bir keresinde gece nöbetine gidemedim. Ertesi gün Alma, sol eliyle bileğimi sıvazlayarak, – Siz olmasaydınız ben çoktan ölmüştüm, diye fısıldadı. Niçin gelmediniz. Geceleyin çok şiddetli bir nöbet geldi.

      – Affedersin, gelemedim…

      – Siz geceleyin devamlı yanımda oluyorsunuz… Ne vakit gezip dolaşıyorsunuz? Alma, önlüğünün düğmeleriyle oynamağa başladı. Kız arkadaşınız vardır her hâlde… Gezip dolaşmanız lazım…

      Bu sözleri hiç hoşuma gitmedi.

      – Kız arkadaşım yok, dolayısıyla akşamleyin de hiçbir yere gitmiyorum, dedim yüzüne bakarak.

      Alma’nın simasındaki bütün eski çile ve dert izleri kayboldu; yüzünde bir anda bencil neşe, hürriyet, insanı korkutan sorgulayıcı bir ifade peyda oldu. Ben bu ifadeyi, kimden olduğunu bilmiyordum, ama çoktandır beklediğimi anladım.

      – Dün büyük bir şairin kitabını okudum, dedi Alma, başucundaki komodine bakarak. -Kitap komodindeydi her hâlde.-Sonra gençlere has bir saflık ve heyecanla. Kitapta, Fırtına isimli bir şiir var, dedi oldukça ciddileşerek. Geminin direği yıkılmış, dümeni kırılmış, yelkeni yırtılmış. Ufukta batan güneşle birlikte gemi de denize batmakta. Herkes can korkusuyla son duasını etmekte. Herkes yakınları ve dostlarıyla kucaklaşarak vedalaşmakta. Yalnız, bir adam ölümden ne korkuyor, ne de ondan kaçmayı düşünüyor. Sadece “İnsanın ölürken kucaklaşıp vedalaşacak bir yakının olması ne büyük saadet.” diyor içinden. -Alma, kendisiyle birlikte benim de hayret etmemi isteyerek yüzüme baktı.– Bakın, ecelin pençesindeki en talihsiz insanlar bile birilerine ne kadar talihli görünüyor. Zira onların ölürken vedalaşacakları yakınları var. Beni anlıyor musunuz?

      Cevap vermedim. Alma’nın sağlam bir insan gibi söylediği sözler beni korkuttu.

      – Yardım eder misiniz, dedi birdenbire yalvaran bir sesle. Dışarı çıkarak sokakta yürümek istiyorum. Gezmek istiyorum…

      Ne diyeceğimi bilemedim; çünkü benden tıbbi bir yardım istemiyordu. Psikiyatri hastanesinde yatan hastaların bu tür isteklerinin çok olduğu doğrudur, lakin onlara verdiğim cevabı, Alma’ya veremezdim.

      – Her hâlükârda geri döneceğim, dedi Alma, tekrar bileğimi sıvazlayarak.

      – Peki, düşüneyim, deyiverdim. Daha o zaman kapana kısıldığımı anladım. Alma’nın ümit ve yalvarışla bakan gözlerine gözüm düşünce artık ip boynuma geçmişti. Bu sırada beni teslimiyetçi bir duygu hâkimiyeti altına aldı.

      – Kaç numara ayakkabı giyiyorsun? Dedim, söylediklerime kendi de değer vermiyormuş gibi bir edayla:

      – Otuz altı…

      – Peki, entarin kaç beden?

      – Kırk altı, dedi Alma şaşırarak…

      O günkü işi de, gece nöbetini de derin düşünceler içinde geçirdim. Gerçekten de benim bu fikrimi, aklı başında bir insanın fikri olarak kabul etmek mümkün değildi. Muhayyilemin ürünü olan hayallere o kadar dalmıştım ki, bu hareketin doğru mu yanlış mı olduğunu tahlil edecek vaktim de yoktu. Alma’yı geceleyin şehre götürüp gezdireceğimi, onun nasıl sevinçten uçacağını gözümün önünde canlandırınca bu saadet bütün uzviyetime hâkim oluyor, kalbim coşkuyla atıyordu. Hiç kimseye söylenmeyecek bu sır o kadar beni mest etmişti ki, aklım başımdan gitmişti. Öğleyin uyandım, alelacele kahvaltı ederek mağazaları gezmek üzere dışarı çıktım. İlkin ayakkabı mağazasına girdim. Satıcı kadının da tavsiyesiyle üstünde süsü olan otuz altı numara beyaz bir ayakkabı aldım. Sonra elbise mağazalarını uzun uzun dolaştım. Entari seçerken, en iyisini almak için o kadar uğraştım ki, boncuk boncuk terledim. İyi ile kötüyü birbirinden ayırmak benim düşündüğüm gibi çok kolay bir şey değilmiş. Elime aldığım entarileri, hayalî olarak ona giydirip gözümün önünde canlandırmaya da sanatkârlık kabiliyetim yetmedi.

      Sonunda ücra mağazaların birinde entari kuyruğuna girmeğe mecbur oldum. Bu, arka tarafı sırmalı, eteği havalı, açık mavi renkli, parlak, ithal malı bir entari idi. Bunca adam kuyrukta beklediğine göre kötü olamaz diye düşündüm, fakat sıra bana gelinceye değin entari bitti. Ne kadar dil döktüysem de saçını simsiyah boyamış, hangi milletten olduğu belirsiz, güzel satıcı hanım “Bitti…” sözünden başka lakırdı etmedi. Buna rağmen, tabiatıma çok ters olduğunu bile bile kadının peşini bırakmadım. “Yarın düğünüm var, hususi entari diktiremedik, tek ümidim bu entari.” diye yalvarırken kendimi ben bile tanıyamadım, fakat bu ısrarımın semeresini aldım. Kalabalık dağıldıktan sonra üstüne beş som13 daha ekleyerek kırk altı numara bir entari aldım.

      Satın aldığım şeyleri ve güneş gözlüğümü çantama salarak hava kararırken hastaneye geldim.

      – Yüzün niçin sapsarı? Hasta filan değilsin ya, dedi ilk gören hemşire.

      – Hayır… Öylesine sararmıştır her hâlde… Bir yaramazlık yok ya, dedim resmî bir edayla.

      – Hayır, her şey yolunda.

      Hastalara reçete yazılan kitapçığı karıştırırken göz ucuyla hemşireyi takip ediyorum. Hemşire perde ile çevrilmiş tedavi odasına girince, çantamı alır almaz koşar adımlarla Alma’nın odasına gittim.

      Alma, yatakta kitap okuyordu; yüzüme korku ve şaşkınlık dolu gözlerle baktı.

      – Al, çabucak giyin, dedim, çantayı önüne atarak. Üç kere sertçe öksürünce odandan çık ve aşağı in. Anladın mı? Çabuk!

      Odadan alelacele çıktım, eski yerime gelerek reçete kitapçığını karıştırmağa devam ettim. Devamlı saatime bakıyorum. “Acaba kaç dakikada giyinir?” diyorum içimden, sabırsızlanarak. “İki ayakkabı,


<p>13</p>

Som, Kazak, Kırgız ve Özbeklerin Sovyet rublesine verdiği isimdir. Bugün de Kırgız ve Özbek para birimi somdur.